Pages

Hak mücadelesi içinde bir kış okulu günü


Dostlar ve Tepecik… Barınma Hakkı Meclisi’nin, Halkevleri’nin desteği ile hem barınma hem de eğitim hakkı mücadelesi yürüttüğü yan yana iki Mamak mahallesi. 17 bin konutu sınırları içerisinde barındıran ama kentsel dönüşüm adı altında inşaat tekellerinin, belediyelerin ve taşeron şirketlerin gecekonduları yıkıp gökdelenler dikerek rant ve para elde etmek istedikleri bir yıkım bölgesi. İki göz odasından başka tutunacak dalları olmayan gecekondu sakinleri ise belediyelerin yıkım politikalarına karşı yıllardır barınma hakkı mücadelesi yürütüyor.



İçme sularını tepelerden taşısalar da, çocuklarını kilometrelerce ötede okutmaya çalışsalar da, çamurlu yolları arşınlasalar da evlerinden vazgeçme niyetinde değiller. Tüm bunları Dostlar Kütüphanesi’ndeki arkadaşlarımızdan Osman Nuri’den öğreniyorum. Dostlar ve Tepecik kütüphaneleri nasıl bir projedir, adı neden kütüphanedir, nasıl kurulmuştur bir bir anlatıyor bana. Her iki kütüphanenin olduğu alan, eskiden kahvehane amaçlı kullanılıyor. Mahalleli, mücadelenin getirdiği bilinçle bu kahve kültürünü engellemeyi aklına koyuyor ve hep birlikte buraları iki kitaplığa dönüştürüyor. Kütüphaneler artık öğrencilerin kurs faaliyetlerini yürüttüğü, ders çalıştığı, eğlenceli zaman geçirdiği, aşure gibi etkinliklerin yapıldığı; kısaca paylaşımların artırıldığı bir birlik ve mücadele alanı haline geliyor. Osman Nuri’nin “Dostlar ve Tepecik’in bir gününü haberleştirelim. Buraya dokunmayan insanlar da tanısın” önerisini kabul etmemde bu öykünün önemli bir payı olduğunu söylemem gerek.

Dostlar’a gitmek öyle kolay değil. Sabahın erken saatlerinde yola düşüyor, 347 numaralı otobüsün kalkacağı durağa gidiyorum. Benim gibi güne erken başlamış birkaç kişiyle başlıyoruz durak sohbetine. Belediyenin çalışmamasından, otobüslerin saat başı gelmesinden şikayetçiler. Hak vermemek elde değil, dakikalar geçiyor, otobüs gelmiyor. Kaç dakika oldu bilemiyorum, görünüyor 347 tabelası, biniyoruz. Mamak sınırlarına girince şoföre Dostlar Sineması’nda inmek istediğimi söylüyorum, tepelik bir yerde indiriyor. Birkaç kişiye sinemayı sorduğumda yanlış yerde indirildiğimi fark ediyorum. Uzunca bir yokuş çıktıktan sonra Osman Nuri karşılıyor beni. Yaşadığım sıkıntıdan, şoförün dikkatsizliğinden yakınırken bu sıkıntıyı yalnız benim yaşamadığımı şöyle öğreniyorum Osman Nuri’den:

“Burası 17 bin hanelik yerleşim yeri ve kentsel dönüşüm projesi kapsamında yıkımla karşı karşıya. Belediye yıkım olacağına, insanların evlerinden edileceğine o kadar hazırlandı ki, ‘sağlık ocağı’ başta olmak üzere hizmetlerini birer birer kesti. Otobüs hizmeti de daraltıldı. Şoförler buraya sürgün olarak gönderildikleri için yolları bilmezler.”

Bu sohbetin ardından Osman Nuri'nin evine kahvaltıya gidiyoruz. Kahvaltı sonrası sohbetimizde buranın farklı bir dünya değil, sadece kamusal hizmetler açısından terk edilmiş bir mahalle olduğunu söylüyorum. Yaşadığım bu ilk çarpılmayı birçok kişinin yaşaması gerek diye düşünüyorum.



Sabahın erken saatlerinde, soğuk havada evlerine su taşıyan insanları görüyorum. Çamurlu yollarda yokuş yukarı çıkan teyzeler, çocuklar evlerine içme suyu götürmek için soğukta dışarıda. Evlerin tahta pencereleri kara kışa dayanmaz. Odalar birbirine sonradan eklenmiş belli ki. Ne zaman ele para geçtiyse o zaman bir oda daha yapılmış.



Kahvaltımızı yapıp hızlıca çıkıyoruz evden. İstikamet Tepecik Kütüphanesi. Burada ilköğretim destek kursları verildiğinden haberdarım. Ancak faaliyetlerin yürütülüşünün biraz farklı olduğunu görüyorum. Osman Nuri ile evleri tek tek gezerek, çocukları almaya başlıyoruz. Tanıştırırken söylediği “Gazeteci arkadaşımız sizin resminizi çekecek, haberinizi yapacak” sözünün onlarda yarattığı heyecan bambaşka.



Çocuklar çok mutlu kursa gelirken. Okula gelir gibi özenliler. Evinden aldığımız Dilan'ın saçlarını tararken görüyoruz annesini. “Merhaba” verip Dilan'ı alıp çıkıyoruz. Önümüzdeki uzunca yokuş, çocuklarla kol kola girip şakalaşmalar başladıkça kolaylaşıyor. Bu minik ayaklar kış okullarındaki faaliyetler için her gün bu yolu yürüyor.



Sonunda yorgunluk ve mutlulukla karışık bir heyecanla Tepecik Kütüphanesi'ne varıyoruz. Çocuklar bizden önce gelmiş, coşkuyla karşılanıyoruz. İçeri girer girmez Osman Nuri'nin yaptığı ilk iş kömür sobasını yakmak oluyor, bir yandan da anlatıyor: “Buralara doğalgaz gelmediği için sürekli kömür yakılır ama diğer yandan Ankara'nın en temiz havasını solursun".

O sobayla uğraşırken ben İngilizce dersine giren Mustafa'yla tanışıyorum. Mustafa "Okumuş İnsan Halkın Yanındadır" diyerek yoksul mahallelere gelen Öğrenci Kolektifleri üyesi üniversitelilerden sadece biri. İlk dikkatimi çeken, burada bu çocuklarla birlikte olmanın verdiği memnuniyet hissi yüzüne yansımış. İngilizce dersine ben de konuk oluyorum. Dersin yöntemi bildiklerimizden biraz daha farklı. Öğretmenin sorup çocukların yanıtladığı değil, öğrencilerin kendi sorularını yanıtladıkları, kendi eksikliklerini gördüğü, öğrenme sürecini ise hep birlikte pekiştirdikleri bir yönteme sahip Mustafa.




Çok büyük bir yer değil Tepecik Kütüphanesi fakat alan sıkıntısı da çözülmüş. Salon kitaplıklarla ikiye bölünmüş. Küçük bölüm sınıf olarak planlanmış, diğer alan ise geniş bir kitaplığa ve masalara ayrılmış. Sınıfta İngilizce dersi görülürken, salondaki çocukların bir kısmı satranç oynuyor, diğerlerinden yaşça küçük olanlar ise resim yapıyor. Minik eller, resim yaparken kullanılacak kalemin ucunu sobanın başında açıyor.



Tepecik Kütüphanesi’nin havasını yeterince soluyarak kış okulu öğretmenlerimize devrediyoruz kütüphaneyi ve Dostlar Kütüphanesi'ne gitmeye karar veriyoruz. Osman Nuri ile yürürken, izlenimlerimden söz ediyorum. Duygulandığımı söyleyince Osman Nuri "Burası unutulmuş, terk edilmiş, kendi haline bırakılmış bir yer. Burası insanların evlerini yıkıp sürülecekleri en son yer. Ötesi bozkır yani" diyor.

Yalan değil, gerçekten de buranın ardından bozkır başlıyor. Gecekonduların dışında farklı bir şey yok. Adı üstünde, mahalle Tepecik olunca diğer kitaplığa gitmek için uzun yokuşlar çıkmaya başlıyoruz. Yolumuzun üzerinde eski sağlık ocağını gösteriyor Osman Nuri. Harabeye dönmüş sağlık ocağının önünde eskiden kalma yarım bir tabela kalmış. Her iki mahallede bulunan ve belediyeye bağlı olan bu sağlık ocakları, Genel Sağlık Sigortası sonucunda benzerleri ile aynı kaderi paylaşmış.



Dostlar Kütüphanesi'ne vardığımızda bizi kütüphanenin emekçilerinden Muharrem Abi karşılıyor. Muharrem Abi gününün tamamını burada geçiriyor. Çocuklarla olmaktan da çok memnun. Tanışmamızla anlatması bir oluyor Muharrem Abi’nin. Dostlar Kütüphanesi'nin kuruluşundan, burada yürütülen barınma mücadelesinden bahsediyor uzun uzun. “Burası daha önceleri bir kahvehaneydi” diye söze başlıyor. "Kahvehaneler sıkıntılı yerlerdir. Biz de burası kahvehaneyken çok sıkıntı yaşadık ve bu kültürü yok etmek için Halkevci arkadaşların da desteğiyle burayı alıp kütüphaneye çevirdik" diyor ve şubedeki etkinliklerden bahsediyor: Okuma-yazma kursları, ilköğretim destek kursları, film gösterimleri, aşure ve iftar etkinlikleri… Yıllardır barınma hakkı mücadelesi verdikleri için kimsenin birbirine yabancı olmadığını, yapılacak etkinliklerden herkesin çok kolay haberdar olduğunu dile getiriyor.

Barınma mücadelesinden söz açılmışken mahallenin bu konudaki katılımının nasıl olduğunu soruyorum Muharrem Abi’ye. Anlattığı gerçekler can sıkıcı: "Melih Gökçek'in deyimiyle bizler burada işgalciyiz. Buraya 1980’de geldim. Geldiğimde yol yoktu, otobüs yoktu, çeşme yoktu. Yağmurda karda çamurlu yollardan giderdi çocuklarımız okullara. Biz işlerimize gitmek için iki saat önce çıkardık yola. Suyumuzu kışın ayazında çeşmelerden taşırdık. Ama bizler haklarımızı aradık. İmzalar topladık, belediyeye gittik, meclise gittik. Yol yaptırdık, su getirttik. Bunlar hep bizim mücadelemizle oldu. Ama ya şimdi? Kendi evlerimizde işgalci olarak görülüyoruz. Yıkım bölgesi ilan edildik. 15 günde bir evimize ihbarname geliyor ‘eviniz yıkılacaktır’ diye. Yıkım bölgesi ilan edildiğinden beri tüm hizmetleri kestiler. En yakın sağlık ocağına iki araçla gidiliyor. Burada çalışan var, çalışmayan var. Yaşamak kolay değil. Arabaya para verecek durumları yok ki insanların". Muharrem Abi’yle birlikte geçmiş ile bugünün arasında bir köprü kuruyoruz.



Muharrem Abi ile sohbetimizi bitirirken, ilköğretim destek kursuna gelen orta son sınıf öğrencisi Gamze yanımıza geliyor koşar adım. Dostlar Kütüphanesi'nde verilen kursların onda dayanışma, paylaşım duygularını arttırdığını, derslerin okuluna katkı sunduğunu öğreniyorum. Gamze'nin anlattığına göre annesi sayesinde tanışmış Dostlar Kütüphanesi ile. "Annem iki yıl okuma-yazma kursuna geldi” diyor ve ekliyor: “Ben de annem sayesinde burayla tanıştım. İyi ki geliyorum, buradaki öğretmenlerimi, arkadaşlarımı çok seviyorum" diyor.



Epeyce yol yürüdük, bir yorgunluk çayını hak ettik. Çaylar, soğuğu kırarcasına boğazımızı ısıtırken, çocuklar peş peşe Matematik ve Türkçe derslerine giriyor. Derslerin sonlanmasıyla öğretmenlerin yanında alıyorum soluğu. Buradaki öğretmen arkadaşlarımız da “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” diğer üniversiteliler Senem Büyüktanır ve Hatice Satar. İngilizce, Matematik, Türkçe yetmiyor, “çıtır çıtır felsefe” dersleri veriyorlar. Yaptıkları kampanya emek isteyen ve anlamlı bir proje. Bu projeye nasıl başladıklarını ve ne beklediklerini konuşuyorum onlarla.

Senem, çok içten, çok abartısız aktarıyor: "Osman Nuri çocukları evlerinden alıyor ama kimi zaman çocukların hepsi gelemiyor. Burası devlet okulu gibi değil, o yüzden devamlılığın sürekli olması gayet iyi ve bizi mutlu ediyor. Devlet okullarında iyi not almak için disiplin kurallarından dolayı arkadaşlarına bile iyi davranırsın. Samimiyet yoktur ama burada durum farklı. Bizler kuralları çocuklar birlikte koyuyoruz. Özgüvensizlik yok, rekabetçi değer kavramları yok. Örneğin; eğer sınıfta derse katılıyorsa bunu puan ya da yıldız almak için değil, bilgisini arkadaşlarıyla paylaşmak için yapıyor. Biz burada paylaşımı öğretiyoruz ve en önemlisi şunu gösteriyoruz; parasız eğitim mümkündür!”

Halkının yanında olan okumuş insanlardan bir diğeri Hatice öğretmen. Daha önce böyle bir deneyimi olmamış ancak burada olmak, çocuklarla bir günü paylaşmak, bildiklerini onlarla paylaşmaktan çok mutlu. Buradaki insanların yoksulluğunun kendisine yabancı gelmediğini anlatıyor heyecanla, çünkü kendi geldiği yerin de küçük, yoksul bir mahalle olduğunun altını çiziyor. “Beni esas etkileyen buradaki barınma mücadelesi ve dayanışma. Kimileri yakacak kömür, kimileri çay şeker getiriyor. Dayanışmanın önemi ve güzelliğini içinde olunca daha iyi anlıyorsunuz" diyor. Peki neden burada olduğunu sorduğumda ise yoksul insanların çocuklarının okul dışındaki hayatlarının kısıtlı olduğunu, hem sosyalleşme hem de eğitim bakımından paylaşım ağının içinde olmanın bir gereklilik olduğunu ifade ediyor. Senem ile aynı vurguyu yapıyor o da. Parasız eğitimin mümkün olduğunu gösterdiklerini, tüm öğretmenlerin gönüllü emek sarf ettiğini, gönüllülük esasına dayalı bir çalışmanın sonuçlarının daha verimli olduğunu, derslerde sıkılmadıklarını ve karşılıklı diyaloglarla öğreticiliğinin de geliştiğini belirtiyor. “Burada olmak benim için çok değerli” diyerek tamamlıyor sözlerini.



“Çıtır çıtır felsefe” dersi adı gerçekten de. Dersin işlenişi de adı kadar ilginç. Öğretmen ve öğrenciler “haklılık ve haksızlık” gibi güncelliğiyle bağları kolayca kurulabilecek tartışmalar yürütüyor. Çocuklardan birer örnek istiyor öğretmenleri. “Parasız eğitim hakkımdır, yağmurda ıslanmak da hakkımdır” yanıtı veriyor biri. Bir diğeri “Özgürlük nedir?” sorusuna “Özgürlük yeşil attır, uçurtmadır, gökkuşağıdır” yanıtı veriyor. İç dünyalarıyla yüzleşen çocukların yaratıcıkları şaşırtıyor insanı.



Dostlar Kütüphanesi’ndeki öğretmenlerimize ve öğrencilerimize etkinliklerinde başarılar dileyip son adresimize, Dostlar Sineması’na doğru hareketleniyoruz. Gittiğimiz yer gerçekten de bir sinema. Bir dönemin açık hava sineması, bugün kn kış okulu faaliyetlerini sürdüren çocuklara kapılarını açmış. Çok badireler atlatmış. Yıkılmış, uzunca bir süre harabe olarak kalmış. Ama Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyelerinin ortak çabalarıyla tadilat edilmiş. Yıkılan duvarlar örülmüş, duvarların boyanması sırasında çocukların ilgisini yoğunlaştıracak resimler çizilmiş, sandalyeler ve masalar getirilmiş. Bir enkaz yığınından çocuklara kucak açan bir kış okulu alanı yaratılmış.



Çocukların kış okulu kapsamında futbol dersleri var. Konu futbol olunca katılım iyi tabi. Yaklaşık 30 çocuk sahada toplanıyor. Kursu veren arkadaşımız sabahtan bu yana birlikte olduğumuz Osman Nuri. Top peşinde koşturmaya erkenden başlamış çocukları etrafında topluyor, sıraya diziyor. Antrenmansız bir sporun zararları olabileceğini belirtiyor. Önce hafif tempo koşturuyor çocukları, 5 tur 10 tur… Kimisinin nefesi kesiliyor ama “Daha gençler, bu tempo onları yormaz” diyorum. Osman Nuri, çocukların bazılarının sigara içtiğini, bu yüzden nefessiz kaldıklarını anlatıyor. Uzun süreli koşudan sonra sıra ısınma hareketlerinde.



Alıştırma çalışmalarında kullanılan malzemeler çok yaratıcı. Damacanalar, slalom çubuğu niyetiyle kullanılmış. Önde Osman Nuri, arkasında çocuklar, bir bir arasından geçiyorlar, yanından koşuyorlar damacanaların. İmkansızlıklar içinde bir yaşamın kurulduğunun bir başka göstergesi bu manzara. Derken Osman Nuri ıslık çalıyor ve çocuklar hızlıca bir daire oluşturuyorlar. Bekledikleri ana geliyor sıra: Maç! Karma iki takım oluşturuyorlar yaş sınırlaması olmadan. Zaten en büyükleri 15 yaşında. Bir takım “Barınmacılar Hakkı Gücü” adını alıyor, diğeriyse Dostlar Mahallesi’nde bulunan bir bölgenin ismi olan Çoban Çeşmesi’nden esinlenerek “Çoban Spor” adını alıyor.



Çocuklar sahada yerlerini alıyor. Kaleciler taşla işaretlenmiş alana geçiyor, ne de olsa "iki taş arası kale". Heyecanlı bir koşturmaca başlıyor sahada. Sıkı bir mücadele var. Benle birlikte birkaç çocuk da saha kenarında. Bol bol gülüyoruz, eğleniyoruz. Biz kenarda gülmekten kızarırken, sahadakiler koşturmaktan kızarmış halde, ter içinde. Yanımdaki çocuklara “Siz neden futbola katılmıyorsunuz?” diye soruyorum. Yanıt yine yoksulluk. “Spor ayakkabımız yok abla”, “Eşofmanım yok ki” yanıtları veriyorlar. Sahanın dışındalar ama yine de bizimle birlikteler. Bu saatlerde bir yerlerde sigara ya da daha kötü alışkanlıklara bulaşmış da olabilirlerdi.

Ben tam futbol faaliyetinin, çocukları kötü alışkanlıklardan nasıl koruduğunu düşünürken, dışarıdan birkaç çocuk geliyor sinemaya. Ellerinde sigara, kolları jiletlenmiş. Sahadaki ve saha kenarındaki çocuklara sesleniyorlar, yanlarına çağırıyorlar. Kurstaki çocuklar rağbet göstermiyor. Diyalogu anlamaya çalışırken muhtemelen şaşkınlığımı fark eden yanımdaki çocuklardan bir tanesi “Abla onlar esrar satıyor. Dersten çıkarsak esrar sigara vereceklerini söylüyorlar” sözleriyle durumu açıklıyor.

Bu sırada sahada goller peşi sıra atılıyor. Gol sevinçlerinde yaşayan sarılmalar, barınma hakkı mücadelesi içerisinde verilen kurs faaliyetlerinin birleştiriciliği esasen. 30 dakika sonucunda Barınma Hakkı Gücü 4-3 galip geliyor. Gelecek haftaya rövanş için sözleşiyorlar. Çocuklar maçtan sonra etrafımı sarıyor, hatıra fotoğrafı istiyor. Toplanıp poz veriyorlar. Bir kare daha, bir kare daha. Çocukların ayrılmasından sonra biz de Osman Nuri ile sahadan ayrılıyoruz. Maçla birlikte biz de günümüzü bitirmiş oluyoruz.



Barınma Hakkı Mücadelesi uzaktan göründüğü gibi değil, ardında uzun vadeli bir mücadele süreci ve programı var. Saldırılar sadece yıkım üzerine değil, kültürel bir saldırı dalgası da var. Esrar, eroin alışkanlıklarının kullanılmasına açıkça göz yumuluyor. Halkevleri ve Barınma Hakkı Meclisi ise tüm saldırılara karşın “yeni bir hayat” kuruyor. Zorlukların içinde dünyaya inat başka bir hayatın mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Rantçılara inat gecekonduların içinde açmaya çalışıyorlar ve görünen de o ki yavaş yavaş da olsa açıyorlar; kardelen çiçeği gibi… 


Eylem Karadağ

sendika.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder