Bir
cenin düşünelim. Bu küçük varlık,
milyonlarca yıl süren evren ve dünya gelişiminin tüm
safhalarını, güneşten, aydan kopmayı, kendi etrafında
dönerek bireyselleşmeyi ve bir sisteme entegre olmayı beceren
canlı varlık dünya oluncaya kadar süren gelişimi, ana
rahmine düştüğünden doğuncaya kadarki süre
içinde geçirir. Oluştuğu tohum ve yumurtanın
kendisine hap halinde aktardıkları evren ve dünya gelişim
sürecini tek hücreliden bitki, balık, sürüngen,
memeliye dönüşerek tamamlar ve tüm evrim
süreçlerinden hızla geçerek gelişir. Bu
arada olup biten tüm bilgi alışverişi, bir beslenme sürecinin
parçalarıdır. Beslenme süreci üç safhada
içe almak, işleyip dönüştürmek ve
dışarı çıkarmak biçiminde gerçekleşmektedir.
Anne
karnında gelişmekte olan bu cenini düşünmeye devam
edelim. Döllenmeyle zaten aktarılmış olan ailenin genetik
bilgileriyle beslenmeyi şimdilik bir yana bırakalım (ileride
çocuk, duruma göre çeşitli çocuk
hastalıkları geçirerek, bu verileri dönüştürüp
ya kendine mal edecek, ya da kullanmadan, geliştirmeden bir yana
ayıracaktır. Belki daha sonraki nesilden biri bu verileri yeniden
işlemek üzere ele alabilir). Annenin nabız atışının
yarattığı ritmik ortamda, karanlıkta ve annenin kendi beslenmesi
sonucu ona doğduğunda içine gireceği ortamın, yörenin,
ülkenin coğrafyasını, tarımını, ekonomisini işleyip
dönüştürerek özet olarak aktardığı kan, yağ,
protein, karbonhidrat, şeker cinsinden verilerin oluşturduğu
besleyici bir sıvı içinde bekliyor. Anne hareket
ettikçe, aldığı ritmik itkiler kendi küçük
bedeninin devinimlerinin nasıl olabileceği, içinde hareket
edeceği uzamın koordinatları hakkında ona bilgiler aktarıyor.
Anne konuştukça, ses tellerinin titreşiminin içinde
yankılanmasıyla, sesli ya da sessiz harflere göre, konuştuğu
dilin ritimleri ve melodilerine göre cenin de sürekli bir
biçimlenme geçiriyor. Annenin dinlediği müzik,
yaşadığı ortamdaki sesler, gürültüler, hissettiği
sempati, antipati, iğrenme ve imrenme, haz ve hüzün
sürekli cenine fiziksel ve kimyasal bilgiler olarak, kasılma ya
da gevşeme olarak aktarılıyor ve bu ön beslenmenin izleri
ilerisi için ön hazırlık, yatkınlık olarak
biçimleniyor.
Doğduğu
yerle doğduğu anın koordinatları, tüm bilgilerini
yoğunlaştırılmış biçimde alarak geldiği evrendeki
gezegenlerin, birbirine uyumlu etkileri sayesinde belli titreşim
frekansları arasından en elverişli anda sıyrılıp gözünü,
kulağını, burnunu kısaca tüm duyularını dünyaya
açtığı titreşim frekansını belirliyor. Evrende var olan
her şey, sürekli çeşitli dalga boylarında titreşmekte
ve bu titreşimler çocuğu, doğduğunda ciğerlerine çektiği
ilk soluk, gözlerine giren ilk ışık ve burnuna gelen ilk
kokuyla yeni bir bilgilenme ve dolayısıyla beslenme ortamına
sürüklüyor. Sayısız renk, sayısız ses, sayısız
koku ve sayısız biçim çeşitli devinimlerle
birleşerek ona sürekli, daha önce rahim içindeyken
dokuz ay boyunca hazırlandığı ve uyum sağlaması gereken
ortamın, yeni niteliklerini aktarıyor. Bunların tümü
bilinçli olmasa da, sürekli olarak tüm
ayrıntılarıyla bilinçaltına kaydediliyor. Çünkü
yaşaması, hayatta kalması ve üstelik haz duyarak yaşaması
bu bilgilerden özümseyeceği gerçeklere bağlı. Her
şey, bu verilerin tümünün an be an analizini ve
sentezini sürekli yaparak çıkardığı sonuçlara
ve yorumlara göre davranması sayesinde hayatını sürdürmek
amacına yönelik.
Bu
beslenme süreçleri sırasında canlı varlığın
kullandığı, verili araçlar ise duyuları. İnsanın dışa
dönük beş duyusu, işte bu titreşimlerin ve ritimlerin
çeşitli biçimlerde algılanmasına ve işlenmesine
göre ayarlanmış. İnsan doğduğu andan itibaren soluk
alıp vermekle, iç dünyayla dış dünyayı canlı
bir ilişki içinde tutan nabız atışı, evrenin ritimleriyle
bağlantıyı dışa vurmakta. Sağlıklı bir insan dakikada
ortalama 18 kez ve günde 25 920 kez soluk almakta. Öte
yandan güneşin burçlar kuşağından bir geçişi
de bu kadar yıl sürüyor ve buna da güneşin soluk
alması deniyor. Dünya örneğin 365 gün 32 Oktavda
136,10 Hz frekansla do diyezde titreşerek 500,9 Nanometrelik bir
dalga boyuyla yeşile denk düşer. ?u anda içinde
bulunduğumuz Jüpiter yılında 11,8 yılda güneşin
etrafında dönen bu gezegenin 36 Oktavda 183,58 Hz frekansla fa
diyezde titreşerek 742,6 Nanometrelik dalga boyuyla turuncuya denk
düştüğünü biliyoruz.* İnsan bilinçli
olarak bunların ayırdına varamasa da, organizması tüm bunları
kaydediyor ve zaten ona göre yaşıyor ve kendisi de bu dokunun
bir parçası olarak belli bir frekansta titreşerek var
olmakta.
Öte
yandan bedenimizde bir bakıma yine bu duyulara denk düşen iç
salgı bezleri bu verileri değerlendirerek dönüştürmekte,
ne zaman ne kadar ferment salgılanması gerektiğine karar vererek,
hormonlarla çeşitli kimyasal süreçleri
başlatarak, insanın neşelenmesi, hüzünlenmesi,
melankoliye kapılması, cesaret ya da korku hissetmesine neden
olmakta. Aynı zamanda enerji merkezleri olan ve insanın aurasında
bulunan çakralar da bir bakıma bu iç salgı bezleri
ile bir karşılıklılık ilişkisi içinde enerji
dolaşımımızı, bununla da bedensel, ruhsal ve zihinsel
sağlığımızı düzenliyorlar. Bu çakraların
gezegenlere denk düştüğü varsayılmakta, bu arada
çeşitli gezegenlere denk düşen yakut, zümrüt,
elmas, safir gibi değişik renklerde süs taşlarının yaydığı
frekansların, gerek ruhsal gerekse bedensel hastalıkların
tedavisinde kullanıldığını biliyoruz. Her şey harika bir
biçimde birbiriyle bağlantılı ve insan değişik örgü
modelleri, ilmik atma biçimleri ve çeşitli motiflerde
büyük bir doku içinde beslenerek, yani alıp,
işleyip sonra dışa vurarak yaşıyor.
İnsan
soluk aldığı havayla çok yönlü besleniyor.
İstekle, hırsla, ya da belki farkında olmadan içine çektiği
hava, daha önce kim bilir nerelerde dolaşmış; belki şarkı
söyleyen birinin içine girip çıkmış, belki gök
gürültüleri ve şimşeklerle beliren bir fırtınada
elektrikle yüklenmiş, belki güzel kokularla karışıp
algılayanlara haz vermiş, belki meltemle eserek çocukların
tenini okşamıştır. İnsanoğlu soluk alıp verdiği ve konuşurken
kullandığı havayla ruhsal durumunu çevresine bildirme
yeteneği kazanmış. Ses tonu ile belli titreşimler yayarak sürekli
çevresini dokumakta. Bir evde yaşayan insanların ses
tonları, o evin titreştiği dalga boyunun nüanslarını
oluşturmakta, çocuklar anne-babanın ses tonlarından oluşan
doku içinde yaşayarak biçimlenmekteler. Beslenme
zincirinin son safhası olan dışa vurma, ses titreşimleri mimari
yapılar yaratıyor. Bu bağlamda sabahın en erken saatlerinde
kuş seslerinin yarattığı geometriyi dinlemeye çalışmak
ve yazın korkunç sıcağında Ağustos böceklerinin
dokuduğu soluk alma ağı fanusunun farkına varmak çok
aydınlatıcı oluyor. Bach’ın müziği Barok mimariye denk
düştüğü gibi, tapınaklar da öteden beri bu
temel bilgiye dayanarak inşa edilmiş. Yahudi ya da Arap
kültürü yüzyıllarca bu karşılıklı denk
düşmeleri bilim haline dönüştürmüş ve
dünyayı Kabbala ile ya da ebced hesabıyla hem ölçebilmiş,
hem evrensel düzeni uyum içinde yeniden yarattığına
inanmış. Yahudiler ve Araplar kendi din kitaplarının
çevrilemeyeceğine inanırlar ve yüksek sesle yapılan
ayinlerde o dilin harflerinin bir araya gelmesiyle oluşan çeşitli
frekanslarda ses titreşimlerinin inananları beslediği ve ruhsal,
zihinsel bakımdan biçimlendirdiğine inanırlar.
Hırıstiyanlar’da da ayinler hala eski dilde yapılmakta.
Öte
yandan sürekli hareket eden gezegenlere denk düşen sesli
harfler, çeşitli dil uygulamalarında ruhsal beslenme
bozukluklarını düzeltmek için terapi amaçlı
kullanılıyor. Örneğin güneşe denk düşen Pazar
günü, içindeki sesli harflerin çoğu AU olan
bir dörtlük, aya denk düşen Pazartesi içinde
daha çok Eİ sesi olan, Marsa denk düşen Salı
günü içinde hep E olan, Merküre denk düşen
Çarşamba en çok İ olan, Jüpitere denk düşen
Perşembe içinde en çok O olan, Venüsün Cuma
günü içinde en çok A olan, Satürnün
Cumartesi günü ise içinde en çok U sesi olan
bir dörtlüğü tekrarlayarak beslenmenin iyi geldiği
bilinmektedir.
İÖ
6. yüzyılda Pythagoras ve daha sonra 17. yüzyılda J.
Kepler gezegenlerin frekanslarını belirlediklerinde, bu frekansları
dinleyerek insanın ruhsal bakımdan besleneceğini ve sağlık
kazanacağını, evrensel uyuma katılabileceğini söylemişlerdi.
İki Tetrakorddan (iki kez dört ton) oluşan bu ton skalaları,
Pythagoras zamanında tek telli Monokord ile
ayarlanarak, dinleyenlerde çeşitli duygular üretme
ve ruhsal beslenmesinde aksaklık olan insanların tedavi
edilmesi yolunda uygulanmıştır. ?amanlar ve büyücü
doktorlar sesin bu şifa gücünü daima kullanmışlardır.
Anadolu’da da belli bestelerin ruhsal terapi amacıyla
kullanıldığını biliyoruz. Günümüzde de çeşitli
gezegen frekansları diyapozonda titreşime sokularak insan
bedenindeki rahatsız bölgelerde titreşim etkisi
sağlanmakta, enerji bölgeleri titreşime uyarlanarak genel
ayarlama yapılmaktadır.
Ses
titreşimlerinin insanları bedensel, ruhsal ve zihinsel bakımdan
büyük ölçüde etkilemesinin öneminin
kavranması, orta çağda Çin’de müzik bakanlığı
kurulmasına yol açmıştı. Ülke sınırları içinde
hangi notaların, hangi enstrümanlarla çalınacağı,
çalgılarda hangi ağaçların ya da atın kuyruğunun
hangi kılının kullanılacağı önceden belirlenmişti. Belli
durumlarda ancak belli nota dizileri kullanılabiliyordu, aksi
takdirde ülkede anarşi oluşabileceği korkusu vardı.
Işık
da hava elemanı aracılığıyla yayıldığı için, renkleri
görüyoruz. Renk titreşimleri bedenimizdeki yedi enerji
merkezini besler ve giderek ruh halimizi ve sağlığımızı
etkiler. Doğanın ruhu olduğu söylenen renkler, terapide
tamamlayıcı renklerin üretilmesi için kullanılır.
Örneğin bir türlü sakinleştirilemeyen bir çocuğu
kırmızı rengin hakim olduğu bir odada bir süre tutarak
sakinleştirebilirsiniz, ya da tersine fazlasıyla sakin bir çocuğu,
çevresinde mavi renkler kullanarak uyarabilirsiniz. Zira
kırmızıyla beslenen çocuk içinde, tamamlayıcı
karşıt renk olan yatıştırıcı yeşili, mavilerle beslenen çocuk
ise uyarıcı bir renk olan turuncuyu üretir. Sarıyla morun
ilişkisi de böyledir. Ayrıca kırmızı genişleme ve
esneme duygusu, mavi ise emme soğurma duygusu verir. Kırmızı
insanın üstüne gelir, yaklaşır, çullanır,
ısıtır, mavi ise uzaklaşır, özlem uyandırır, serinletir.
Bu nedenle iş görüşmelerine giderken mavi gömlek,
lacivert ceket giymek salık veriliyor. Renkler frekans
yoğunluklarına göre biçimlerin ve hareketlerin
yaratılmasına da yardımcı olurlar. Amaca göre örneğin
çalışma yerlerinin başka, dinlenme yerlerinin başka renkte
boyandığını biliyoruz.
Belli
dönemlerde bazı çevrelerde belli renklerin
haftanın belli günlerinde giyilmesiyle evrensel uyuma
katkı sağlanacağı düşüncesinden hareketle, güneşe
denk düşen Pazar günleri beyaz, ayın günü
Pazartesi leylak rengi, Marsın günü Salı kırmızı,
Merkür günü Çarşamba sarı, Jüpiter
günü Perşembe turuncu, Venüs günü Cuma
yeşil ve Satürn günü Cumartesi mavi renkte giysiler
kullanılmış.
Öte
yandan titreşimlerle beslenmemize bir örnek de, yine havada
yayıldığı için algıladığımız kokulardır. Zambak
kokusunun uyandırdığı zihinsel denge, ya da gül kokusunun
verdiği dinginlik, yasemin ya da hanımelinin aktardığı gizemli
dünyalar, ya da lavantanın ilettiği yatıştırıcı
titreşimlerin ruhsal beslenmemize katkısı tartışılmaz. Ne
yazık ki yeni kuşakların çağrışımsal belleği, menekşe
kokusuyla beslenme olanağından artık mahrum. Bebeğin anne
kokusundan aldığı verilerle duyduğu güven ve korunmuşluk
duygusunu, daha sonra yeniden yaratabilmek için ne kadar
uğraşıldığını biliyoruz. Kokuların cinsel çekimde
oynadığı rolün ise altını çizmekle yetineyim.
Tat
alma duyusu da titreşimlerle algılanıyor. Beslenme deyince hemen
akla geliveren duyu olduğu için burada daha fazla yer
ayırmadan, dokunma duyusunun beslenme işlevine değinmek istiyorum.
Annenin çocuğa dokunuşu, okşayışı onu besliyor, ona
güven içinde kendini geliştirebileceği duygusu
aktarıyor. ?efkatle kucaklanan çocuklar, itilip kakılan
çocuklardan başlangıç için çok daha
şanslı. Çocuk küçükken önce her şeyi
ağzına götürerek tadına bakarken aynı zamanda onun sert
ya da yumuşak olduğu konusunda bilgi alıyor. Sonra her şeye
dokunarak biçimleri ve maddenin yapısını keşfediyor. Bu
nedenle küçük çocuklara plastik ya da
metalden çok, ellerine çaputtan yapılmış bebekler,
ya da tahtadan yapılmış basit biçimli nesneler vermek,
malzeme duygusu geliştirmesine yardımcı olmak annenin elindedir.
Doğal malzemeden yapılmış giysi ve örtüler kullanmak da
çocuğu besler. Annenin besleyici rolünün meme ya da
mama vermekle bitmediği ortada. Sevgililer de birbirlerine dokunarak
hem kendileri besleniyor, hem de ilişkilerini besliyorlar. Yalnız
yaşayan insanlar bu dokunuşlardan mahrum kaldıkları için
zaman zaman kuru ve asabi görüntüye sahip
olurlar, bağışıklık sistemleri daha kırılgandır, zira bir
bakıma beslenme süreci kesintiye uğramıştır.
Ama
aslında son yüzyıl içinde gözümüzle
dokunur hale geldik, en büyük beslenme organı göz
oldu. Göz hem renkleri, hem biçimleri, hem sert, ya da
yumuşak dokuları, hem başkalarının duygularını algılamada son
derece gelişmiş bir duyu organı oldu. Göz değdiği her
nesneye üstelik sahip çıkmakta, onu benimsemekte ya da
itelemekte, hor görmekte, ya da şefkatle sarmalamakta
ustalaştı.
Bu
arada çocuk erişkin oldu. Günümüzde beslenme,
yalnızca içeri alma, tüketme olarak algılanır hale
geldi. Oysa beslenme daha önce de değindiğim gibi, alma,
işleme ve dönüştürme, sonra verme ya da dışa vurma
safhalarından geçtiğinde beslenme olarak adlandırılabilir.
Bu safhaların tümünü bedensel, ruhsal ve zihinsel
süreçler içinde sürekli gerçekleştirerek
yaşayabiliyoruz. Bu beslenme zinciri sonunda yarattığımız en
önemli varlık parçası ise, kendi kendimizin bilinci
olarak dışa vurulan benlik olmakta. Bu benliklerin bilinci öte
yandan dünyayı değiştirmekte, maddeyi dönüştürmekte,
yaradılış bu çok yönlü beslenme süreci
sayesinde titreşerek devam etmekte. Beslenmenin farkına varırken,
beslenme ortamlarının kirlenmesinin bedenimiz, ruhumuz ve
zihnimizde yarattığı harabiyet bizi korkutmamalı. Soluk almak ve
soluk vermek, ruhun sempati ile antipati arasında titreşerek gidip
gelmesinin dışa vurumu. Soluk alarak, renkleri algılayarak,
kokuları içimize çekerek kendimizi sürekli
dünyayla ilişkiye sokuyoruz . Soluk verirken ise bireysel
varlık olarak ona karşı duruyor, onunla yüzleşiyoruz. Öte
yandan, aldıklarımızı dönüştürüp ürettikçe,
yani dışarı çıkardıkça, bağışıklığımız
güçleniyor, bireyselliğimizin dokusu güzelleşiyor
ve bilincimiz genişliyor. İnsanın üç önemli
yeteneği olan düşünme, hissetme ve irade giderek gerçeğe,
güzelliğe ve iyiliğe dönüşüyor ve sonunda
bilimin, sanatın ve dinlerin üretilmesine yol açıyor.
Böylece hem kendi etrafımızda, hem güneşin etrafında ve
de samanyolunun içinde hep birlikte dönüyor ve
kesintisiz çok yönlü kozmik beslenme yumağı içinde
beraberce evrende akıyoruz işte.
· Veriler: Hans
Cousto, Die kosmische Oktave.
Tarhan
Onur / alternatif eğitim derneği
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder