Pages

Ay Ülkesine Yolculuk


Küçük yanaklarına sıcacık bir öpücüğün değmesiyle uyandı çocuk. Bu her gün annesinden önce onu öpen, kucaklayan güneşti. Usulca kalktı yatağından annesinin yanına gitti. Hemen babasını aradı gözleri ama o çoktan gitmişti. Çocuk babasını her sorduğunda annesinin yüzünde ve ela gözlerinde o sevmediği tedirginlik çizgilerini görürdü. Bazı geceler annesiyle babasının seslerini duyardı; annesi kızardı babasına, korktuğunu söylerdi. Çocuk hep merak ederdi annesinin neden korktuğunu.

Çocuk o gün kahvaltısını yapıp dışarıya oyun oynamaya çıktı ve gizlice maden ocağını seyrettiği yere gitti. Her gün maden ocağını seyretmeye gider kocaman bir kayanın üstüne çıkıp ocağı seyrederdi. Kocaman kara yüzlü adamlar yer altına giriyorlardı; çocuk yeraltını çok merak ediyordu. O adamlar orada nasıl hava alıyorlardı, güneşleri var mıydı orada, yemekleri var mıydı? Çişleri gelince nereye yapıyorlardı? En çok merak ettiği şey ise karanlıktan korkup korkmadıklarıydı. Sorularına cevaplar bulamadıkça hayaller kurardı çocuk. Orada bir ülke vardı, babası da oraya çalışmaya gidiyordu. Orada uzun boylu dev bir kral vardı. Ülke çok karanlıktı bu yüzden oraya ay ülkesi diyordu, hatta çoğu gece ay’a şaşıyordu yer altı ülkesini bırakıp neden buraya geliyor diye! Babası ve arkadaşları ne yapacaklardı ay olmadan? Bazen babasına “Güneş bizim, ay sizin” diyordu. Babası anlamıyor sadece gülüp geçiyordu. Çocuk ay ülkesine gitmek istiyordu hep ama karanlıktan korkuyordu.


Minik ellerini çenesine dayamış hülyalar arasında gidip gelirken birden yeraltından birilerinin çıktığını gördü, aralarında babası da vardı burada olduğunu bilse kim bilir ne kadar kızardı. İyice sindi olduğu yere, seyretmeye devam etti. Bu kez unutup hayallerini babasına takıldı gözleri. Evdeki babasına benzemiyordu bu adam yüzü kömür karasıydı, gözleriyse kan çanağına dönmüştü, sanki biraz daha kızarsa hiç görünmeyecekti kahverengi noktaları. Çocuk babasına dokunmaya korkardı çoğu zaman, dokunsa babasının canı yanacak sanırdı. Ellerindeki yaralar ve nasırlara dalardı gözleri birde ne kadar yıkansa da çıkmayan kara lekelere. Annesi krem sürerdi babasının ellerine o tedirgin gözleri kedere dönerdi. Çocuk ansızın kopardı düşlerini anne ve babasından, buna sebep bir dost gibi omzuna dokunan akşam rüzgârıydı. Köylerinde akşamları hep böyle bir rüzgâr eserdi. Bazen öyle sert eserdi ki uçacağından korkup koşarak eve dönerdi.

Gökyüzüne çevirdi başını sabah ona gülen güneş oyunu yarım kalmış bir çocuk gibi asmıştı yüzünü. Bulutlar telaş içinde koşup duruyorlardı sağa sola, bir yaprak koşarak gelip geçti yanından yaprak sanki onunla oynamak istiyordu, rüzgâr yaprağın elinden tutup ona halkalar çizdiriyor çocuğun yanına yaklaştırıp geri kaçırıyordu. Rüzgâr ve yaprak deli gibi koşup duruyorlardı ama çocuk her gün yaptığı maden ocağı seyrini bozmak istemiyordu. Ansızın bir gürültü koptu uzaklardan. İki bulut kavga ediyordu. Güneşi kızdırıp evine kapatmışlar ve öfkelerinden ortalığı karanlığa boğmuşlardı. Ne yapacağını bilemedi çocuk. Birazdan kavga ettiklerine ağlayan bulutlar gözyaşlarını yeryüzüne göndereceklerdi. Hemen sığınacak bir yer bulmalıydı; maden ocağına ilişti gözü. Ortada kimseler yoktu koşarak maden ocağına girdi. Bir kulübe vardı ama içinde birkaç adam hararetli bir sohbete dalmışlardı. Sonra aklına bir fikir geldi buraya kadar gelip de ay ülkesine gitmemek olmazdı, hem buna babası da çok sevinirdi, izinsiz geldiği için kızardı belki ama sürpriz yaptığı için mutlu olurdu. Aniden sırtında bir el hissetti çok korktu ve yavaşça arkasını döndü, kocaman bir adamla karşılaştı;

“ Bu ay ülkesinin kralı şimdi beni zindana attıracak, belki de bir daha hiç bırakmaz.” dedi
“ Sen kimsin ne arıyorsun burada?“dedi adam
“ Ben babama sürpriz yapmaya geldim, benim babam sizin ülkenizde çalışıyor, adı da 
Mehmet.”
“ Ülkemizde mi! Sen bizim Mehmet ustanın oğlusun herhalde, burası senin için tehlikeli hadi çabuk evine git, bulut çürüdü birazdan sağanak başlar, hadi bakalım” dedi ve gitti.

Ama adam tehlikeli deyince daha da meraklandı çocuk, adam gözden kaybolunca tekrar ocağa döndü ve ay ülkesine gizlice girmenin bir yolunu bulmak için bakınmaya başladı. Gözü kocaman bir sandığa ilişti kapağını açtı içinde bir sürü çuval ve tanımadığı bazı eşyalar vardı; sandığın içine saklandı. Az sonra birkaç adam gelip sandığı kucakladılar ve ülkenin girişine doğru götürmeye başladılar, bunlar kralın askerleri diye düşündü çocuk. Askerlerle birlikte ay ülkesine inmek için asansöre bindiler yolculuk başlamıştı. İniyor, iniyor, iniyorlardı! Ellerindeki ve şapkalarının üstündeki fenerler her yeri aydınlatmıyordu, sandığın içinde de zaman geceydi. Çocuk korktu ama babasına gittiği için korkusunu yenmeyi başardı. 


Sonunda küçük bir sarsılmayla durdu asansör ve kralın askerleri sandığı küçük bir odaya bırakıp gittiler. Çocuk sandıktan çıktı çok mutluydu kralın hazine sandığına girebildiği için çok şanslı olduğunu düşündü. Etrafa göz attı ay ülkesi gerçekten çok karanlıktı duvarlara dokunmaya başladı elleri simsiyah oldu, bu kömürdü ocağın dışında da vardı bunlardan demek ki ay ülkesinin sarayının duvarları kömürden yapılmıştı. Aniden odanın dışından gelen seslere kulak kabarttı, birileri bir yerlere vuruyordu çok güçlü ve ürkütücü bir sesti bu! Küçük odadan dışarıya çıktı ve gökyüzüne baktı; ay yoktu, yıldızlarda gelmemişti. Bir kaç adamın sesini duydu ve hemen gizlendi, kralın nöbet tutan askerleriydi bunlar. Askerler gidince yoluna devam etti, belki de daha sarayın içindeyim düşündü. Nerede olduğunu soracağı tek kişi babasıydı, onu bulmalıydı bir an önce. Tek tek odalara bakmaya başladı askerlere görünmemeye çalışarak. Odalar çok küçüktü, çoğunda askerlerin nasıl durabildiğine şaşırdı.
Odaların çoğunda duvara yapışmış tahtalar vardı. Sarayı hiç beğenmedi çocuk ve içten içe krala kızmaya başladı. Sonra tren raylarına benzeyen raylar gördü ve onları takip etmeye başladı. Çok hoşuna gitmişti bu raylar. Birden babasının sesiyle irkildi, babası; “grizu” diye bağırıyordu. Grizu kralın askerlerinden biri olmalıydı, ya da babasının emrinde çalışan bir işçi. Çocuk hızla babasının sesinin geldiği yöne doğru koşmaya başladı birilerinin de ona doğru koştuğunu gördü, aralarından biri çocuğu kucaklayıp koşmaya devam etti. Adamın güçlü kolları biraz gevşeyince kafasını çevirip baktı ve adamın babası olduğunu fark etti. 

“Burada ne işin var” diye sordu babası.
“Sana sürpriz yaptım baba. Ay ülkesine geldim ben tek başıma, ama sarayınız hiç güzel değilmiş, dışarısı nasıl bu ülkede baba, güzel mi? Bizim köydeki gibi çiçekler var mı?
Babasını soru yağmuruna tutmuştu ama cevap alamıyordu, onda hiç görmediği bir hal vardı annesinde gördüğü o tedirginlik çizgileri kaçıp babasına gelmişti sanki!
“ Bu ülke çok sıcak baba, baksana nasıl terledim” dedi.
Babası hiç cevap vermiyordu izin almadan geldiği için kızgın olduğunu düşündü. Askerlerden biri koşarak yanlarına geldi ve babasına bir telsiz verdi. Babası birileriyle konuşuyordu. Anlayamadığı şeyler söylüyordu, ama çok hoşuna gitmişti bu durum bir maceranın içinde olduğunu anlamıştı.
“Beş yüz metredeyiz. Batı damarında yoğun şekilde gaz sızıntısı var. Evet, biz doğu damarının yeni açılan dinlenmek için kullandığımız galerisindeyiz, sıcaklık otuz sekiz derece oğlum nasıl yaptıysa aşağıya inmiş, hemen asansörü göndermeniz gerekiyor, nasıl olur bu! Nasıl halledemezsiniz. Peki bekliyoruz, acele edin çok acele edin” dedi ve telsiz sustu.
“Baba beni dışarı çıkarsana, bu ülkede park var mı? Hadi gidip parkı bulalım”
“Gideceğiz oğlum beklememiz gerekiyor, gelip alacaklar bizi şimdi”
“Neden hemen göndermiyorlar” dedi askerlerden biri
“Halatlardan biri kopmuş tamir etmeye çalışıyorlarmış” dedi çocuğun babası.
Adam kucağındaki çocuğun uykusunun geldiğini fark etti. Grizunun etkisi olduğunu anladı ve hemen krala telefon etti. Bir süre daha gelemeyeceklerini söylüyordu kral, babası bağırıyordu, çok şaşırdı çocuk. Babası nasıl oluyor da krala bağıra biliyordu, demek ki babası kraldan daha kıdemliydi. Mavi gözleriyle babasına bakıp hınzırca güldü. Sonra öksürmeye başladı, babası ve askerlerde öksürüyordu. Çocuğun boğazı yanıyor, gözleri acıyor, giderek soluk alması güçleşiyordu. Babası bağırmaya başladı, gene onu ilk defa bu kadar kızgın görüyordu. Çocuk gerçeği anlamıştı artık, kral babasıydı. Giderek daha az duyuyordu babasının sesini. Çocuk grizuya kızmaya başlamıştı, kaç saattir bekliyorlardı çok geç kalmıştı, babasından aldığı güçle;
“Grizu asker hemen buraya gel” diye bağırdı. Babası ve askerler şaşırmış bir halde birbirlerine baktılar ama kimse tek kelime etmedi. Babası bağırmayı kesmişti, askerler odanın kapısını bir şeylerle kapatmaya çalışıyorlardı, telsiz başka bir adamın elindeydi ve adam küfürler yağdırıyordu karşı tarafa, babası çocuğu alıp odanın en dibine götürdü, giderek daha sımsıkı sarılıyordu çocuğa.
“Baba bizim ülkemize gitmek istiyorum. Burası çok sıcak bunaldım, uykumda geldi. Sen kral değil misin? Askerlerine söyle bizi ülkemize götürsünler, güneş ülkesine.” dedi yarı uykulu halde mırıldanarak.
Babası hiç konuşmuyordu. Sadece ağlıyordu, babası ilk kez ağlıyordu. Minik elleriyle babasının kömür karası yüzünü sildi. Yaşların süzüldüğü yerler küçük dereleri andırıyordu, babasının ince boynu ise bir şelaleydi yaşlar aşağıya atlıyorlardı kahkahalar atarak.

“Baba neden ağlıyorsun? Grizu gelmedi diye mi? Belki bir işi çıkmıştır.”

Ortalık çok sessizdi maden ocağı konuşmuyordu artık. Baltalar, çekiçler muhabbeti kesmişlerdi. Çocuk minik parmaklarını babasının gözyaşlarının önüne siper etti. Annesi halı yıkadığında suyun önünü böyle keser küçük derecikler yapardı. Birden çocuğun minik eli çekildi dereciğin önünden ve babasının kömür karası kolunun üstüne düştü. Ocak ilk defa bir çocuk bedeni almıştı midesine, alışık değildi buna. Ocakta şaşırmıştı bu işe askerlerde.
Yarım saat sonra asansör indi aşağıya ve alıp ay ülkesi insanlarını güneş ülkesine çıkardı. Rüzgâr ve yaprak koşarak gitmişlerdi uzak diyarlara, kavga eden bulutlar güneşten özür dileyip ufka çekilmişlerdi. Toprak çatlayıncaya kadar su içmişti bugün. Çocuğu ay ülkesinden döndüğünde her gün karşılayan güneş karşılamıştı gene, anlından öpüyordu çocuğu uyansın diye ama o uyanmıyordu. Hüzün çığlıkları atarak çocuğu selamlayan bir kuş sürüsü geçiyordu ocağın üstünden. Sonbahar az ötedeydi peşleri sıra geliyordu kuşların. 


Kuşlar soluk soluğa bahara koşuyordu, güneş ülkesinde başka bir semte. Kuşların ardından gökyüzünde beyaz bir tüy süzülmeye başladı ocağın üstüne doğru.Usulca indi yere ve babasının kucağında mışıl mışıl uyuyan çocuğun 

yanağına kondu.

Ceylan Alas / cekirdekcocuk.blogspot.com


*2011 Madenci Edebiyatı Yarışması Mansiyon Ödülü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder