Şimdilerde naif duygularla gezilen bir müzeye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi’nin hamam bölümünden kan kokusu geliyordu o zamanlar.
1999 Eylül’üydü ve iki gün önce yapılan operasyonda 10 mahkum öldürülmüştü.
Ve elbette, büyük devlet adamlarına göre mahkumlar birbirini öldürmüştü.
Ali amca, morga girerken, ölenlerden birinin oğlu olduğunun söylendiğini ancak bir türlü kimseden doğru bilgi alamadıklarını söylüyordu.
Morgun önünde 48 saattir bekleyen onlarca aile gibi.
Kenarda, gözü yaşlı bir başka anne, grup grup morga nihayet alınmaya başlanan aileler arasında adının okunmasıyla kaygılı, bakıyordu etrafa.
Ölüm kurası çekiliyordu sanki, “kazananın” da “kaybedenin” de kaybettiği.
Yanıbaşında günlerdir sarıldığı arkadaşının ya da kendisinin oğlunun öldüğünü öğreneceği saati bekliyordu anneler.
Herkes, “yanıbaşındaki o gözü yaşlı” olmamak için için için dua ediyor, edilen o duadan dolayı utanıyor, başı önde, öfkeli, şaşkın, yorgun, bekliyordu.
Ayağından tanıdım
Farklı kentlerde yaşayanların, şimdilerde A Takımı, teleferiği, şelalesi, Başbakan’ın evi ile bildiği Keçiören’in az kişinin saptığı o karanlık tarafında yükselen Keçiören Adli Tıp Kurumu’nun bahçesine gazeteciler 48 saattir sadece uzaktan bakabiliyordu.
48 saattir polisle dolu olan bahçeden artık yakarışlar geliyordu.
Annelerden biri bağırıyordu; “Yüzünü tanımadım, başı 3 insan başı kadar olmuştu, ayak parmağından tanıdım oğlumu.”
Bir diğeri, “nasıl yaptılar, sadece kurşunla vurdularsa, nasıl bu hale geldin oğlum” diye haykırıyordu.
Fotoğrafa ne hacet
Bir diğeri, sessiz sessiz, gözlerinde derin bir öfkeyle ağlıyordu.
Çocukları ölenleri, ölmeyenler teselli ediyordu, kendi çocuklarının o an nerede ve ne durumda olduğunu bilemeden.
10 mahkumun bedenlerinde ağır işkence ile öldüğü o operasyondan sonra yine sadece mahkumlara dava açıldı.
Savcılara göre güvenlik güçleri, sadece üzerine düşeni yapmıştı.
Ankara Valiliği’nin soruşturmaya izin vermemesine yönelik kararı uzun bir süreden sonra kaldırıldığında ise bir zahmet dava açıldı.
Savcılık, zorunlu olarak dava açmasına rağmen, herhangi bir ceza talebinde ise bulunmamaktaydı.
Buna rağmen avukatlar, fırsat olarak gördü davayı.
Operasyonu kimin yürüttüğü, kimin ateş ettiği, kimin hangi görevi yürüttüğü anlaşılmalıydı.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı.
Davada bir adım yol alınamadı.
Onlarca sanık asker terhis oldu, komutanları terfi etti, bazıları Dink cinayetiyle ilgili sanık şimdi.
Terhis olan askerlerin adresini bulamadı mahkeme, komutanların görev yerlerini, operasyon planlarını, talimatları oluşturanları.
Kimseyi ve hiçbir şeyi bulamadı.
Kimse şaşırmadı.
Ve sonra, artık herkesin yeni yerine, görevine alıştığını hissetmiş olacak ki mahkeme, operasyona katılanların isimlerini istedi İçişleri Bakanlığı’ndan.
Binlerce kişilik listeler gönderildi mahkemeye.
O gün, o saatte cezaevinde görevli olanları sordu hâkim.
O gün, operasyon saatinde görevli olanların listesi geldi bu kez de.
Cezaevinin içinde görevli askerleri sordu mahkeme yeniden.
Bakanlık, aktif-pasif görev ayrımı yapmadan yüzlerce kişilik listeyi gönderdi hiç düşünmeden.
Aylar sonra liste iyice daralmaya başlandığında fotoğraf istedi teşhis için mahkeme.
Bakanlık, uzaktan, yandan çekilmiş, flu fotoğrafları gönderdi hemen.
Bir daha istendiğinde bir bölümü geldi, kimselerin teşhis edemediği erlerden seçilen.
Ve bitti dava, kazandı devlet, ceza almadı kimse. AİHM’den bekleniyor hâlâ adalet.
Mahsum’un fişeği
Diyarbakır’da 2006’da gaz fişeği ile öldürülen Mahsum Mızrak, kim tarafından öldürüldüğüne ilişkin kanıtı bedeninde saklıyordu.
Kafasından neredeyse 16’sında yaşamını sonlandıran fişeğin tamamı çıkarılmıştı.
Kimlerin gaz fişeği tüfeği kullandığı sorulduğunda onlarca ismi bildirdi emniyet.
Yıllar sonra sayı 3’e düşüp kimin fişeği ateşlediği bulunacakken, adli emanetten kayboldu fişek.
Aynı eylemde öldürülen Enes Ata’yı vuranların yıllardır gizlendiği gibi.
1 yıl sonra yapılan Hayata Dönüş katliamı davalarında fotoğraflarla, listelerle dosyaların boğulduğu gibi.
Diyarbakır’da mahkumların dövülerek öldürüldüğü davada yıllarca adaletin beklendiği gibi.
Birtan Altınbaş’ın işkenceyle öldürüldüğü davada herkesin o sırada orada olduğunun ve işkence olmadığının yıllarca savunulduğu gibi.
Sözümona arıyorlar
Kamu görevlilerinin “birilerini vurduğu” onlarca davada, belki de “hepimiz birimiz için” şiarıyla hep aynı taktiği izledi devlet.
O asıl ismi vermemek için yıllarca direnildi.
Şimdi de sözümona canhıraş, arıyorlar Berkin’i vuran ismi.
Avukatı Evrim Deniz Karatana’nın dilekçesinde yer alan bilgilere göre, devlet, burada da değiştirmedi taktiğini.
Gayet iyi bilmesine rağmen o isimleri, önce 1065 polisin görevli olduğunu belirterek onların isimlerini verdi.
Hemen ardından 275’inin o gün, o sıralarda Okmeydanı’nda olduğunu bildirdi.
Kask numaraları ise o kadar mühim değildi, göndermedi.
Oysa ki ekmek almaya çıktığında Berkin, O’nu gören arkadaşları gibi, o fişeği ateşleyenin arkadaşları da gördü o tetiği çekeni.
Onlarca kameranın, tanığın bildiği gibi, şu an, şu saatte biliyor aslında birileri gayet iyi faili. Zira, istediğinde buluyor devlet, kendi bulmak istediklerini.
Berkin Elvan için adaleti bekliyor bir ülke.
Ve diğer yanda hazır bekliyor devletin bilindik dili.
İşte bu yüzden asıl mesele şu ki; devlet bozacak mı ezberini yoksa bir kez olsun paylaşacak mı binlerce kişiyle alınamayan, o ekmeği.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder