1999’da doğdu, kışın uyandı bir yaz sabahı uykuya daldığı dünyaya… Mühendis mi olur, doktor mu diyorlardı ama aklı denizlerdeydi, kara gözleriyle uzak denizlere bakmaktı niyeti… Olmadı…
Öldüğünde bir çocuk, hayır, öyle yarına dair umutlar beslenemiyor.
16 kilogramın yarattığı boşluğun ağırlığını, hiçbir terazi ölçemiyor.
Gültepe’nin çocuğu
İstanbul Gültepe’de doğdu Berkin Elvan.
Tokat’tan gelip İstanbul’a yerleşen bir ailenin üçüncü çocuğu. İki ablası vardı, sonradan iki koluna isimlerini yazdıracak kadar seveceği. Canından çok sevdiği annesi.
1999’da doğdu, kışın uyandı bir yaz sabahı uykuya daldığı dünyaya. Uyumayı sevmiyordu, sadece babasının dizinde, üstelik boyu babasının bacaklarını aştığında bile.
Mühendis mi olur, doktor mu diyorlardı ama aklı denizlerdeydi, kara gözleriyle uzak denizlere bakmaktı niyeti. Olmadı, futbolcu olmak Galatasaray’da.
Hırsız olsam
Okmeydanı’nda Fuat Soylu İlköğretim Okulu’na verdiler okul yaşı geldiğinde, aklı sokaklardaydı ama öyle güzel ders dinliyordu ki hem öğretmenleri çok seviyordu Berkin’i, hem de sınavlardan yüksek alıyordu sürekli.
Paylaşmadan duramıyordu. Ablalarının kumbaralarını “patlatıp”, ihtiyacı olan arkadaşlarına kıyafet ve yemek almak en büyük mutluluğuydu. Sırf elindekinden fazlasını paylaşabilmek için, okula ilk başladığında öğretmenine, “hırsız olacağım” demişti. Delikanlılığa doğru adım attığında bile aile içinde sürekli gülüştüler o saf niyetine.
Şila da gitti
Köpekler en yakın dostlarıydı. Bir köpek aldı evin bahçesine, komşular bıkana kadar baktı. Belediyeye verirken çok ağlamıştı ki, “Şila”yla tanıştı.
Parkta yaşayan, Berkin’i görünce deli gibi koşuşturan, yemeğini O’nun elinden yiyen Şila, kayıplarda şimdi. Berkin, uykuya daldığından beri, parkta arayan kimse bulamıyor o yalnız köpeği.
Küçücük kalbiyle sevdalandı.
Ablalarına okuldaki o kızı anlatmaya başladı, bir de arkadaşı gibi bildiği öğretmenine. Kız da bakıyordu ama kara gözlerine, utangaçtı.
Sonra sonra öğretmeninden yardım istemeye kadar vardırdı işi. En sonunda tanıştı, okul aşıklarının diliyle, “çıkıyorlardı”.
Sonrası, küçücük bir kalpte, trajik bir sevda masalı.
Kıyafetlerini paylaşıyordu arkadaşlarıyla, evden çıkarken salça sürdüğü ekmeği, cebindeki üç beş lirayı, anılarını, kahkahalarını paylaşıyordu.
O uyuduktan sonra parkasını giyen ablasına mahallenin bütün çocukları, “Bunu ben de giydim” demişti.
Berkin’in eşyaları herkesindi.
Annesiyle ablası, o yaz Galatasaray altyapısına yazdıracaktı. Emindi seçileceğinden. Bir de ablasına, “Beni Denizcilik Lisesi’ne yazdırır mısın?” demişti uyumadan hemen önce, “Yazdırmazsan sıvacı olurum” diye gülerek. Hayallerini, uyanmayacağı büyük bir uyku sonrasına erteledi.
Sonra Gezi başladı.
15 Haziran’dı, Gazi mahallesinden yürüyüş yapanların mahalleye yakın kurduğu barikattaki çatışma sesleri kesilmiyordu. Kimse doğru düzgün uyuyamadı. 16 Haziran’da sabah erkenden, “belki dayıları eve gelir” diye kahvaltı sofrası hazırlanmaya başladı. Ayağı kırık annesi ekmek almaya çıkacaktı ki Berkin atıldı:
“Her yere gaz sıkıyorlar. Şimdi bir şey olur, sen kaçamazsın, ben gidip gelirim.”
Gitti, gelemedi.
Sokağın önünden fırına hemen kıvrılacakken, uzun yolu seçti. Fırının önüne çıkacaktı ki, arkadaşlarına göre, biri, “Berkin” diye seslendi. Başını o yöne çevirdiğinde aksi yönden atılan gaz fişeği kafasının arkasına isabet etti.
Elini başına götürdü, fişek, kafasının içine kadar girmişti.
Eliyle çıkartıp yere attı, kaldırıma çöktü. Başına koşuştu mahalleli. Ağlamaya başladı acıdan; “Babama söylemeyin, babam üzülür, hastaneye bile götürmeyin.”
Tuttukları gibi en yakın müdahale edilebilecek yere götürdüler, basit bir pansuman yapıp ambulans çağırabilmek için. Gelemedi ambulans. Market arabasına konulduğunda kendinde değildi kustu, sonra altına kaçırdı farkında olmadan.
Öyle derin uyudu
Hastaneye vardıklarında kalbi atmıyordu. Zorla çalıştırdılar.
Berkin yerine haberini getiren zille 16 Haziran sabahı yaşamı değişen ailesi koştu hastaneye.
Berkin uykudaydı.
269 gün uyudu.
Bir sabah, Berkin’in yerine ekmek almaya gönüllü binlerce kişi tarafından, buralardan çok daha temiz bir karanlığa gömüldü.
3 mevsimdir, elini her sıktığında, “uyanıyor” sanan annesi haykırdı acıyla.
Karanfiller attı insanlar, kara kaşlı çocuklarına.
Sapanlı Berkin
Sapanlı fotoğrafı çıkınca meydana atıldılar bir hevesle.
Sapanla bir kez taş atarken fotoğraflanan, birkaç gün sonra ekmek almaya gidemezmiş gibi bağırdılar iştahla:
“Gitmeseydi, ölmezdi.”
Sapanlı çocukları öldürmek bir görevmiş gibi.
Ve küçük bir ayrıntı: Sapanı da olsa, çocuk olmasa da o “yüce kanunlara” göre, hedef alıp atmak yasak o fişekleri.
Ve bilinsin ki küçücük bedenleri toprakta üşüyen Enes Ata, Mahsum Mızrak, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol hiçbir yere gitmemişti.
Şimdi işte Berkin gitti.
Ceylan tuttu önce ellerini, Uğur uzattı sonra elini.
Yanıbaşına koştu hemen küçük Fatma.
Ethem, Ali İsmail, nasıl bu kadar zayıfladın diye paylaştı ekmeklerini.
Yanlarına çekip Berkin’i, kocaman bir karanlıkta yalnız bıraktılar bizi.
Sessizce aldı ellerine Berkin, hiç alamadığı o ekmeği.
O karanlık, her daim polisli Okmeydanı’nın polissiz bir akşamında, Burak Can’ı da toprağa çekti.
Kapatın şimdi ülkenin bütün fırınlarını, toplayın bütün sapanlarını, atın misketleri sokaklara.
Oyunsuz kalmış bir ülkede, hakkımız yok ekmeğe, sevmeye maviyi, kırmızıyı.
Öldürün rahatça elinde taş izi kalmış bütün olağan suçlu çocukları.
Berkin uyusa da yeniden, çağırsak ya.
Bir umudumuz kalsın diye o karanfilleri camlarına atsak ya.
Üzülsek ya çok eskilerde kaldığı gibi birlikte.
Söylesek ya eski bir şarkıyı yeniden:
“Bir karanfil, yağsa yağmur, büyülense yeniden dünya”
Gökçer Tahincioğlu / Milliyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder