İlkçağ’dan geç modern
dönemlere değin klasik, geleneksel ve erken/geç modern
pedagojik düşünce ve pratiklerinin fazlasıyla
“merkezci/l/”-her şeyi belli bir kavram etrafında kurmak ya da
bir meta-anlatı içinde yapılaştırmak- sistemler olduğu
iyi bilinir. Platon’da bu “ideal/izm”, Aristo’da “metafizik”,
Hıristiyanlıkta/Müslümanlıkta “Tanrı/Allah”,
Rousseaucu pedagojide “doğa”, ampirist ve rasyonalistlerde
(Descartes, Leibniz, Locke vd.) “deneyim”, Kant’da “saf
akıl”, Hegel’de “tin”, ütopist sosyalistlerde
“mutluluk”, Marksizm’in politeknik eğitiminde “üretim”,
anarşist düşünürlerde “mutlak özgürlük”
olarak şekillenmiştir. Aslında bu tarz bakış açısı,
geleneksel ve modern pedagojilerin birçok bakımdan benzer
noktalara sahip olduğunu gösterir:
Eğitim ile toplumsal bir güç olmak ya da eğitimi ideolojik/düşünsel bir aygıt olarak kullanmak, kurumlar zinciri içinde eğitimin yönlendiriciliğinde bir kuşatıcı ağ oluşturmak, eğitim ile otorite sağlamak ya da çocuk/genç üzerinde otorite olmak, bir büyük projenin gerçekleşmesinde pedagojiyi son sınırlarına değin işlevsel kılmak vb. Ama farklar da var tabii; kanımca bunlar çok iyi biliniyor. Modern, ama daha çok alternatif demokratik pedagojilerin, çocuğu/genci daha ince, ayrıntılı, bilimsel, demokratik, çevreye duyarlı, doğaya saygılı ama öte yandan tam gözetim-panoptik-, aşırı gözlem ve bölüp parçalamaya dayalı biçimde eğitmede geleneksel pedagojileri yarı yolda bıraktığı da aşikâr. Mamafih, modern pedagojilerin bazı “rasyonel” araç-bilim, laboratuar, test, rehberlik, danışma vb.- ve dolayımlarla-medya, teknoloji gibi- eğitimin amaç ve sürecinin içini mutlak bir “demokratikleşme” ve “özgürleşme” söylemleriyle boşalttığını görmek de mümkün. Örneğin, 20. yüzyıl başlarında şekillenen Amerikan menşeli Pragmatist eğitim felsefesinin eğitimde bir akım olarak beliren hali-Progressivizm ya da İlerlemecilik-, ABD’de gelişen kapitalizmin pratik değerlere verdiği önemden kalkarak çocuğun eğitiminde öğrenmeyi sağlayıcı/kolaylaştırıcı bir takım araçları-oyuncak, oyun, sahne oyunları, drama, hatta palyaço vb.-, çocuğun ilgi, bilgi, deneyim ve ihtiyaçlarını merkeze alıp eğitimde yüksek performanslara ulaşayım derken çok önemli sorunlar yarattığını, Amerikalılar yazdıkları birçok raporla kabul etmiştir. Bu rapor ya da bilançoların vardıkları sonuçları biz kendi açımızdan şu şekilde okuyabiliriz: Yabancılaşmaya giden yola döşenen taşlar olarak demokratik otorite boşluğunun yanı sıra fetişleştirme, araçsallaştırma, nesneleştirme, romantikleştirme, piyasalaştırma vb.
Eğitim ile toplumsal bir güç olmak ya da eğitimi ideolojik/düşünsel bir aygıt olarak kullanmak, kurumlar zinciri içinde eğitimin yönlendiriciliğinde bir kuşatıcı ağ oluşturmak, eğitim ile otorite sağlamak ya da çocuk/genç üzerinde otorite olmak, bir büyük projenin gerçekleşmesinde pedagojiyi son sınırlarına değin işlevsel kılmak vb. Ama farklar da var tabii; kanımca bunlar çok iyi biliniyor. Modern, ama daha çok alternatif demokratik pedagojilerin, çocuğu/genci daha ince, ayrıntılı, bilimsel, demokratik, çevreye duyarlı, doğaya saygılı ama öte yandan tam gözetim-panoptik-, aşırı gözlem ve bölüp parçalamaya dayalı biçimde eğitmede geleneksel pedagojileri yarı yolda bıraktığı da aşikâr. Mamafih, modern pedagojilerin bazı “rasyonel” araç-bilim, laboratuar, test, rehberlik, danışma vb.- ve dolayımlarla-medya, teknoloji gibi- eğitimin amaç ve sürecinin içini mutlak bir “demokratikleşme” ve “özgürleşme” söylemleriyle boşalttığını görmek de mümkün. Örneğin, 20. yüzyıl başlarında şekillenen Amerikan menşeli Pragmatist eğitim felsefesinin eğitimde bir akım olarak beliren hali-Progressivizm ya da İlerlemecilik-, ABD’de gelişen kapitalizmin pratik değerlere verdiği önemden kalkarak çocuğun eğitiminde öğrenmeyi sağlayıcı/kolaylaştırıcı bir takım araçları-oyuncak, oyun, sahne oyunları, drama, hatta palyaço vb.-, çocuğun ilgi, bilgi, deneyim ve ihtiyaçlarını merkeze alıp eğitimde yüksek performanslara ulaşayım derken çok önemli sorunlar yarattığını, Amerikalılar yazdıkları birçok raporla kabul etmiştir. Bu rapor ya da bilançoların vardıkları sonuçları biz kendi açımızdan şu şekilde okuyabiliriz: Yabancılaşmaya giden yola döşenen taşlar olarak demokratik otorite boşluğunun yanı sıra fetişleştirme, araçsallaştırma, nesneleştirme, romantikleştirme, piyasalaştırma vb.
Bunların içinde
araçsallaş(tır)ma, en önemli sorunlardan biri olarak,
tabir caizse, arabanın atın önüne koşulmasıdır. Yani,
örneğin, eğitimi keyifli kılmak adına, diyelim oyun ve
oyuncağın-ki bunlar çocukluk döneminin en doğal ortam
ve ifadesidirler-, aşırı bir rasyonalizasyona tabi
tutulması:Çocuğun nasıl bir ortamda, ne tür bir
otoritenin gözetimi altında, kaçıncı sınıfta, hangi
yaş ve büyüme çağında ve kriterlere uygun bazı
oyuncaklarla nerede ve kimlerle, hangi amaçlarla oyun
oynayacağının ayrıntılı plan, program ve etkinliklerle
belirlenmesidir.1 Amerikalı iletişim bilimci Neil Postman’ın2
1980’lerin başlarındaki tezi doğrudur:Çocukluğa özgü
oyun, oyuncak, giyim, konuşma biçimleri yitip giderken
aslında bir yaş/çağ devresi olarak çocukluk
(childhood) yok olmaktadır. Bu süreci birçok alanda;
eğitimde, ailede, medyada, serbest etkinliklerde gözlemlemek
mümkün:Ayartıcı Lolita saflığı, erotik manken
salınımı, “-mış gibi” politik hitabet yeteneği, küçük
işadamı becerisi, minyatür hayat örneği, çok
havalı aktör sunumu gibi yetişkinleştirilmiş amaç ve
ortamlar içinde çocuk ve çocukluğun kendi
doğasına yabancılaştırılması, sadece ilerlemeci pedagojinin
hanesine yazılacak bir günah olamaz. Bu günah, belki de
topyekün modernizm ve modern pedagojilerin eğitimde birçok
şeyi ıskaladığının göstergesidir. Örneğin, Marksist
politeknik eğitim, iyi bir formül olarak bedensel, estetik ve
zihinsel süreçlerin üretim içinde iş ile
birleştirilmesini önermişti kapitalist sistemden kaynaklanan
sömürü ve yabancılaşma gibi sorunların aşılması
için. Fakat, 20. yüzyıl reel sosyalizm deneyimi içinde
çocuğun/gencin, tıpkı kapitalist sistemde olduğu gibi,
üretim bandı içinde, Fordist üretim şeridinde
ezilmesinin önüne geçilememiş; topyekün ulusal
kalkınmanın içinde eğitim, ABD ile her alanda yarışmanın
kısır döngüsü içinde geriletilmiştir.
Eğitimin ister “iş okulu”, isterse diğer politeknik
deneyimlerde olsun, çocuğun/gencin, son derece aşırı bir
modern amaç-maddi üretim ya da iş-içinde erimesi
engellenememiştir; bu durum, Köy Enstitüleri deneyimi için
de geçerlidir ki bu ayrı, uzun bir hikayedir ve başka bir
yerde anlatılmıştır.3 Benzer biçimde, ne “toplumun
okulsuzlaştırılması” (Illich) ne de “problem tanımlayıcı”
halk eğitim çalışmaları (Freire), pedagojideki krize çözüm
olabilmiştir. Yine, 20. yüzyılın başlarından itibaren
günümüze değin bir dolu Rousseacu (iyimser, naif ve
doğalcı) alternatif eğitim hareket ve okullar, eğitimdeki
araçsallaştırma, kültleştirme, fetişleştirme gibi
sorunlara çözüm bulamamıştır. Öte yandan
milliyetçi eğitim sistemleri, kolektif varlığa-millet-mutlak
biatı militarist bir mantık içinde önermekten fazla bir
şey gerçekleştirememiştir. Semavi dinlerin
klasik/geleneksel çözümü ise tek noktada
takılıp kalmıştır:Çocuğu dindar kılmak, geleneksel
usullerle terbiye etmek vb.
Merkez-karşıtlığı ya da ‘keyifli
eğitim’ tanımlanabilir mi?
Eğitimin illa ki bir şeyi
merkeze alması gerekli mi? Yukarıda, “merkezci/l/” düşüncenin,
klasik ve geleneksel formlarından bahsettim. Merkeze bir şeyi-ders
kitabı, müfredat, oyun, oyuncak, drama vb.- ya da bir
özneyi-öğretmen, öğrenci-koymak, kurumsal ve
otoriter bir düşünce ve uygulamanın denetim mantığını
ifade etmez mi? Foucault, bu denetim sürecinin hapishane, akıl
hastanesi, hatta topyekün modern toplumlarda nasıl ve neden
işletildiğini “panoptikon” kavramıyla açıklamıştı.
Eğitimde merkezcil düşünce, iktidar ilişkilerini yeniden
üreten bir süreç yaratır; bu, kaçınılmaz
bir sonuçtur. Örneğin, “çocuk merkezli eğitim”,
çocuğun, eğitim sürecinin tam ortasında, göbeğinde
ve beyninde yer alacağını; tüm pedagojik sürecin çocuğun
ilgi, bilgi, deneyim ve ihtiyaçlarına göre
geliştirileceğini vb. vazeder. Oysa, eğitimde, hele kapitalist ABD
gibi bir ülkenin okullarında uygulandığı iddia edilen bu
mantık ve yöntem, nasıl olur da çocukların çokça
ezildiği, sömürüldüğü, taciz edildiği,
ayartıldığı, bastırıldığı bir sürecin gelişimini
engelleyemez? Örneğin nasıl olur da ABD’de sık sık
okullarda kriminal olaylar-silahla okulu basma, sınıf ya da
kantinde insan öldürme, tuvalette uyuşturucu kullanma
vb-zuhur eder, öğrencilerin obezleşme sürecine bir türlü
çare bulunamaz, çocukların psikolog ve psikiyatrlara
gidip gelmekten ayakkabı eskitmeleri önlenemez, çocuk-ebeveyn
ilişkilerinin bunaltıcı çerçevesi bir türlü
aşılamaz vs. Ya da, arada bir rapor, araştırma sonuçları
ve anketlerde ifade edildiği gibi, ABD’li çocuk-öğrencilerin
akademik başarılarının sürekli düşmesi, en temel
bilgileri bile kavrayamamaları, kendi tarihlerinden bile bihaber
olmalarının nedenleri bir türlü anlaşılamaz?
ABD’yi
bırakıp bize dönelim. Ülkemizde eğitim süreci, en
azından ilk ve orta düzey eğitim süreci, ‘sıkıcı’,
‘hayattan kopuk’, ‘monoton’, ‘içe kapanık’,
‘eziyet edici’ vb. olarak eleştirilir durulur.4 Bu doğru, zira
bizde eğitim, ne şenlikli ne de keyifli bir içerik/kapsam ve
süreç özelliği göstermez; öğretmenler,
derslerini bir an evvel bitirip okuldan çekip gitmek isterler,
öğrenciler de öyle. Müdür ve muavinlerinin tek
dertleri, okulda asayişin devlet adına/namına sağlanmasıdır.
MEB, eğitimi ancak rakam ve oranlarla anlar ve açıklar;
öğrenci-çocukların duygu, inanç, aile vb
dünyalarının bu rakam ve oranlar içinde esamesi bile
okunmaz. Baş örtülü öğrenciler mi? Eh, belli
ki, onların hepsi de şeriatçı ideolojinin
simgesini-başörtüsü-taşıyan zavallı piyonlardır;
ulusal-laik eğitim sisteminde, bu haliyle yerleri yoktur. Bu durumda
öğrenim süreci, genel bir rahatlığın değil, kümülatif
(birikimli) rahatsızlıkların okula taşınmasıyla habire büyük
ölçüde dışarıda üretilen ve kendisine
taşınan sorunları çözmeye çalışır durur.
Böylece, egemen sınıfların ve devletin direktifleriyle okul,
öğretmen, öğrenci ve veli, toplumsal bir işlevsellik
çerçevesinde bir takım vazife ve beklentilere
yönlendirilir durulur. Bizim eğitim sistemimiz hep bir
ideale-vatanına/milletine hayırlı evlat olmak, vazifelerini iyi
öğrenmek, terbiyeli ve hayırlı evlat olmak, vb.-yaslanır. Bu
idealler elbette kötü değildir; kim çocuğunun
eğitim görerek terbiyesiz, hayırsız ve vatanına düşman/hain
olmasını ister ki!? Ama çocuğu daha ilk yıllardan itibaren
ağır bir yük altına sokmak, ne demek oluyor ki? Örneğin,
23 Nisan’larda okullarda düzenlenen piyeslerde daha anaokulu
seviyesindeki miniklere sırtlarında mermi taşıtmak, kürsülerden
kan-savaş-gözyaşı temalı şiirler ya da İstiklal Marşını
boyun damarlarını şişirtircesine okutmak, onları anlamadıkları
ve gelişim-düzeyleri için hiç de olumlu-yerinde
olmayan etkinlikler içine sokmak, askeri kıyafetlere benzeyen
izci üniformaları içinde doğayı fethetmeye
göndermek:Ağır yükün ilk eğitsel uğrakları. Yine
örneğin, neden çocuklarımız, tarih, din bilgisi ve
ahlak kültürü gibi derslerden pek hoşlanmaz da beden
eğitimine bayılırlar? Resim dersi neden çok sevilir de
matematik ve fizikten nefret edilir? Neden bazı öğretmenler
çocukların gözünde idolleşir de diğer bazıları
alabildiğine eleştirilir? Neden genellikle ders kitabı, okul
binası, sıra ve kürsü, derse giriş zili ve öğretmenler
odası sevilmez de teneffüs ve kantinin yolu iple çekilir?
Neden, okul bitiminde bazı öğrenciler ders kitabı ve
defterlerini yıl sonunda daha okul bahçesinden çıkmadan
yırtıp havaya savururlar?
Tüm eğitim ortam ve
materyalleri, çocuk ve gençler için eğer
çekici, rahatlatıcı, renkli ve zengin, eğlendirici, tek
kelimeyle keyif verici değilse, çocuk/genç ne yapsın
da bu eğitimden zevk alsın? Bu durumda merkeze neyi koyarsanız
koyun, çocuğun ilgi, bilgi, deneyim ve ihtiyaçlarının,
eğitim ve hayatın marjinlerinde kalması önlenemez. Okul içi
öğrenci kaynaklı sorunlar-bıçakla sırayı kazımak,
tuvalette sigara içmek, uyuşturucu kullanmak, ders esnasında
mastürbasyon yapmak, kız arkadaşını taciz etmek, başka bir
öğrencinin malını çalmak, dersi kaynatmaya çalışmak,
okula satırla gelmek, kendinden güçsüzü
dövmek, hocasını tehdit etmek vb.-formal bir eğitim kültürüne
verilen basit bir informal kültürün tepkileri midir
sadece? Bu,bir kuşak sorunu mudur yalnızca? Aslında bunlar, eğitim
sisteminin insanı yabancılaştırıcı her türlü
pratiğine karşı başkaldırılar değil midir? Bir toplumsal
isyanın özel göstergeleri olamaz mı?
Liberter Kürşat
Bumin’in bir konuşmasında dediği gibi, eğitim “insani”
olmalıdır. Marx, “insani olan hiçbir şey, benim için
yabancı olamaz” demişti; bu nedenle dini bile anlayabilmişti
(“kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhu”).
Sanırım sorun da budur; örneğin, bir matematik problemi, eğer
bir öğrenci tarafından çok çeşitli
nedenlerden-öğrencinin zeka seviyesi, aldığı önceki
eğitim, ailesinin sosyo-ekonomik düzeyi ya da sınıfsal
konumu, kültürel background’u, evindeki çalışma
ortamı, kullandığı dili5, Bourdieu’nün ifadesiyle
“kültürel bagajı” veya “kültürel
sermaye”si6 vb-dolayı çözülemiyorsa, problem
genişler, öğrencinin kendisi, hatta eğitim sistemi ve ülkenin
düzeni bir problem olarak belirir; yani ülkenin ne kadar
gereksiz, olumsuz ve demokratik olmayan değerleri varsa, okul,
öğretmen ve öğrencinin tepesine bir problem, hatta bir
kabus gibi çöker. İşte bu örnek, benzerleri gibi
aslında, “pedagojik mistifikasyon” sürecinin etkisi, sonucu
ve ürünüdür ki, Bernard Charlot’nun da ifade
ettiği gibi, eğitimin politik olduğunu, okulda aktarılan kültürün
egemen ideolojiyi taşıdığını ve okulun, iktidarı elinde tutan
sosyal sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini gizlemeye
çalışan7 bir eğitsel sürecin gelebileceği bir
kaçınılmaz nokta ya da sondur. Kanımca en kötüsü,
bu mistifikasyon süreciyle tüm eğitsel sorun ve
sıkıntıların, sadece pedagojik/teknik mertebeye indirgenmesidir:
araç-gereç sıkıntısı, öğretmen yetersizliği,
birleştirilmiş sınıflar, danışma-rehberlik hizmetlerinin
eksikliği, yabancı dilde eğitimin verimsizliği, sınav sisteminin
adaletsizliği vs. Çözüm de bellidir güya: TKY
temelli eğitsel örgütlenme, öğrenci merkezli
öğrenim, performans ve etkinliğe dayalı faaliyetler, vizyon
ve misyon geliştirme, IQ yerine çoklu zeka yaklaşımı
vs.
Bu liberal bakış açısının iyimser işlevselci
yaklaşımı aslında 1960’lardaki konjonktürde ortaya çıkan
gelişmeler-üçüncü dünya ülkelerinin
sömürgeci ülkelere karşı bağımsızlıklarını
kazanmaları, yükselen yeni toplumsal hareketler, Vietnam
savaşı, sosyalizmin çekici bir güç olması,
bağlantısızlar hareketinin oluşmaya başlaması, kadın hareketi
ve feminizmin erkek egemen değerleri sorgulamaya yönelmesi,
modernist mantık, teknoloji ve amaçlara karşı gelişen
kuşkular, iyimserliğe karşı başkaldırılar ve nihayet Mayıs
1968 gençlik hareketi ile Althusser’in yapısalcılığının
ironik bir şekilde eleştirisini ifade eden “yapıların yollara
dökülmesi” vb-ile yoğun olarak eleştirilmiş ve Batı
eğitim sisteminin sınıfsal, ayrımcı, ve eşitsizlikçi
yapısı çeşitli çalışmalarla deşifre edilmişti.8
Bu eleştirilerle eğitimde, gerek Marksist gerekse Weberci
kanatlarıyla çatışmacı (Conflict) paradigma egemenliğini
kurmuştu. Ancak, çatışmacı paradigmanın makro bakış
açısı, mikro boyutları-okul/sınıf için özneler
arası ilişkiler-yeterince dikkate almamıştı. Oysa, kurumun en
derinindeki ilişkilerin dinamizmini kavrayamamak da, büyük
bir eksiklik olarak görülmüştür. Bu bağlamda
eğitimde mikro/yorumcu yaklaşımların-simgesel etkileşimcilik,
fenomenoloji ve etnometodoloji-eğitim açıklama ve
yorumlarına getirdiği zenginlik inkar edilemez. Fakat mikro
yaklaşımların, günlük yaşam gerçekliğinin
özneler arası etkileşimlerle kurulması sürecini
fetişleştirmeleri de, büyük eğitim haritasına kör
kalmaya neden olmuştur. Keyifli eğitim, öğretim ve yetiştirme
süreçlerinin, insanın doğasına yabancılaşmayan,
bilakis onun özgürleşmesine katkıda bulunan
(emancipation) bir içerikte şekillenmesidir. Ama
unutulmamalı:Sadece eğitim tek başına insanı özgürleştiremez.
Eğitim, özgürleşme sürecinde sadece önemli bir
uğraktır (moment). Eğitimi/okulu, olabildiğince keyifli bir
kurum/mekan haline getirmenin öncelikli yolu, topyekün
siyasal bir mücadeleden geçer. Poulantzas’ın dediği
gibi, fabrika dönüşmeden eğitim değişmez.
Her şeye
rağmen eğitimden keyif almalı insan. Öğrenme süreci,
insanda haz yaratmalıdır; angarya ya da kölelik duygusu değil.
Keyifli eğitimden anladığım, öğrenmenin tam anlamıyla ama
çocuğu/genci hırpalamadan, sıkmadan, aşağılamadan,
ötekileştirmeden, ayrımlaştırmadan, tek kelimeyle
yabancılaştırmadan gerçekleştirilmesi demektir. Bunun için
öğretmenin elbette otorite, ama demokratik bir otorite-tüm
tarihsel mirastan eleştirel bir şekilde yararlanan bir
otorite-olması gerekir. İlerlemeci pedagojinin vazettiği gibi
öğretmenin palyaço, aktör, dramacı vs. gibi
olmasına hiç gerek yok Hele Doğan Cüceloğlu, Üstün
Dökmen gibi “küçük şeyler”i çeşitli
medyatik ve popüler kılıklar altında anlatacağım diye
birtakım “pembe psikolojik pazarlama teknikleri”ni kullanmanın
ise hiç lüzumu yok.
Kemal İnal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder