Herkes bir öykü ile büyür. Ve her öykünün, seslerden, kelimelerden, cümlelerden öte bir ana fikri, hatta bir ruhu vardır. Biz henüz konuşmaya, yürümeye başlarken, öykümüzün sesleri elimizden tutar ve eşlik eder bu doğal ilerlemeye...
Henüz bilmeyiz, manevi şifrelerimize usul usul yerleşenin, öykümüzün ruhu olduğunu... Ve ayaklarımızın en çok yere bastığı çağımızda fark ederiz; o ruh bizimle gelmiştir! Elimizden tutan sesler, sertleşen tüm kabuklarımızın altında bir magmaya dönüşmüştür. İçimizde yandığını hisseder ve kimi zaman taşmasını engelleyemeyiz. O bizizdir artık...
Türkiye Psikiyatri Derneği, hazırladığı 2. Uludere Raporu’nda, çocukların ciddi davranış problemleri olduğunu, kızgın ve öfkeli dolaştıklarını, bir çocuktan beklenmeyecek ölçüde aşırı politize söylemlerde bulunduklarını belirtmiş. Bu durum, ölçüsü değişmek üzere bölgedeki çocukların büyük çoğunluğu için geçerli bir olgu aslında. Ortaçağ aletlerine benzeyen panzerlerin karşısına çıkan, o korkunç gaz bombasına rağmen bilyelerini sapanlarına koyup fırlatan ve bir anda sağa sola kaçışıp ortalıktan kaybolabilen çocuklar bunlar... Sabahları sevgi dolu bir öpücükle uyandırılıp, çikolatalı ekmeklerini yedikten sonra okula gitmesi ve okuldan sıcak evlerine dönüp ödevlerini bitirmesi, renkli pijamalarını giyip tatlı ayıcıklarıyla uyuması gereken çocukların bu hallerini neyle açıklamalı? Ne yazık ki, buralarda çocuk öykülerinin rengi bu kadar pembe değil!
Onları büyüten öykünün ruhu, pembeden -bir çocuğun naifliğine uymayan- kan kırmızı rengine dönüşmüş durumda. Belli ki bu öykü, çocuğun dünyasına nazaran sert bir kıvamda... Hatta öyle sert ki bu kıvam; çocuklara, büyüdüklerinde bile giyemeyecekleri kadar büyük geliyor... Ağır bir öykünün iflah olmayan, küllenmeyen ruhu, sert bir çentik gibi kalıyor magmalarında. Sürekli patlıyor!
Biliyor musunuz, aslında buraların çocukları çok neşelidir. Esmer yüzlerinde kocaman gözleri ve gülmeye hazır kocaman ağızları ile çok fena afacandırlar. Değme stand-up’cılara taş çıkartırlar. Öyle esprilidirler. Bir tarafları qırık, bir tarafları çocuk; toplamda çok tatlıdırlar. Hala bahçe hortumundan su içip birbirlerini ıslatacak kadar şanslıdırlar. Mutludurlar, “çünkü dizlerinde yara izleri vardır”... Kırılmış dişleri, yırtılmış pantolonları, kirlenmiş elleri ile arkadaşlarını bağıra bağıra dışarı, oynamaya çağırırlar. Telefonsuz ve beş kuruşsuz kilometrelerce yol yürüyüp şehri keşfe çıkarlar. Kentlerini gezmeye gelenlere rehberlik etmekte yarışırlar. “Pîskilet” bulunca rüzgârla yarışır, havalara uçarlar. “Birêmin”(kardeşim) deyip birbirlerini korurlar... Hala çocuk gibi çocuklar olduğunu görmek ve sahiden ağız dolusu gülebilmek için bu çocuklarla tanışmak da ayrıca bir şanstır.
Gelin görün ki, bu çocuklar, şehirlerinde gerilim biriktiğinde bunu hisseder ve yalnızca öykülerinin peşinden giderler...
Öyküleri sürükler onları kocaman korkutucu silahların karşısına.
Evlerinin duvarında, bir çerçeveden bakan soluk bir resim... Bu öyküde hep vardır. Dağa gitmiş ve bir daha o yolculuktan dönmemiş bir yakın; ağabey, amcaoğlu, dayıkızı... Kimi zaman bir resimden ve anılardan ibarettir baba... Ergenekon deliklerinde kaybolmuştur. “Keşke birkaç yıl önce doğsaydım da babamı hatırlayabilseydim” diyen çocuklar... Köylerinin yakılışını gören ve alevler içinde eriyen anılara anlam vermeye çalışanlar... Kendilerine doğrultulan silahı, yapışıp kaldığı babasının bacaklarının arkasından seyredenler... Annesini, babasını, abisini, ablasını ya da herhangi bir yakınını yıllarca görüş kabininde görmek zorunda kalanlar... Cezaevi, dağ, gerilla, milis, jandarma gibi kelimelerle çoook erken tanışanlar... Okulda Kürtçe konuşma diye tembihlenilenler... Annesinin konuştuğu dilin nasıl ve neden tehlikeli olabileceğini anlamaya çalışanlar... O kadar çok ki... Hangisini yazmalı, kelimelerin hükmü yok! Bu öyküden ve öykülerden kaçmak mümkün mü?
2006’da kimsenin unutamadığı; başbakanın, “kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” dediği günlerde, 9 yaşındaki Abdullah evinin balkonunda vuruldu. Onun cenazesine katıldığı için 7 yaşındaki Enes öldürüldü. Cenazeden gözaltına alınan 17 yaşındaki Mahsum bir daha hiiiç geri dönmedi. Bir katırın sırtında geçinmek zorunda kaldığı bir benzin bidonuyla belki de vücudunun on katı ağırlığındaki bir bomba ile öldü Uludere’de çocuklar...
Neden mi politize olur çocuklar? Aceleyle yazılmış bu yazı, belki de çağımızın en başat sorunu olan bu sosyolojik problemi açıklamak için çok yetersiz. Ancak anlamak için bir başlangıç olabilir, çocukları büyüten ve peşlerini bırakmayan bu acı öyküler...
Sevinç TANYILDIZ / Diyarbakır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder