Site içi arama

Toplumsal Şiddetin Çocuk Yazınındaki Kökenleri


Şiddet, “bir kişiye güç ya da baskı uygulayarak ona isteği dışında bir şey yapmak ve yaptırmak” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımı şiddetin kökenlerini dikkate alarak genişletmek istersek; “şiddet, bireyin fiziksel ve ahlaki bütünlüğüne, malına, kültürel ve simgesel değerlerine saldıran kişinin yaptığı eylemin saldırılan kişide ya da grupta neden olduğu fiziksel ve duygusal örselenmelerdir” diyebiliriz. Fiziksel şiddet maddesel zedelemeyi, duygusal şiddet ise psikolojik ve sosyolojik zedelemeyi amaçlar. Erdal Atabek (2001a), karşılıklı iç boşaltma mekanizması olarak kullanılan “sözel” şiddetin -sözlerle azarlama, kınama, aşağılama, küçük düşürme ve küfretme- görülme sıklığına dikkat çeker. Mimikler ve jestlerle gösterilen “beden dili” şiddetinin de oldukça yaygın olduğunu, ancak bunun şiddet olarak algılanmadığını belirtir.




Türü ne olursa olsun, “şiddet, kişiyi tahrik edici ve yıpratıcı bir eylemi bazen de eylemden kaçmayı içerir” (Mutlu, 1997). Günümüz toplumu, ister haklı ister haksız olsun, “kaçan” ve “kovalayan” bireylerin toplumu olarak görülebilir. Erdal Atabek (2001a), şiddetin, günümüzde bir “kültür” olduğunu söyler. Şiddetin hayatımızın her alanında varolduğuna ve ilişkilerimize egemen olduğuna dikkat çeker. “Şiddet kültürü” olarak adlandırdığı bu kültürde, şiddetin, artık bireyin kendini ifade etme biçimi, kendini anlamlandırma yolu ve sorununu çözme yöntemi olduğunu belirtir (2001b). Atabek, şiddet kültürünün temelinde “haksızlık” olduğuna dikkat çekerek, engellenmiş, haksızlığa uğramış, yoksun bırakılmış insanların seçebileceği olası yolları şöyle sıralar: “Birey, çaresizlik içinde boynunu büküp verilene razı olur; kendine bir başka başarı alanı seçip orada başarı kazanmayı amaçlar; şiddet yolunu seçip saldırganlaşır; kendine bir bağımlılık geliştirerek rahatlamaya çalışır; alkol ve uyuşturucu gibi nesnelerle acıdan kaçar; yapıcı sorun çözme yolunu seçer ya da kendi bedenine ilişkin bir hastalıkla uğraşır. Bireyin bu yollardan hangisini seçeceği bireysel ve toplumsal koşullara, koşullandırılmalara bağlıdır” Büker ve Kıran (1999) da şiddeti, her toplumun, kendi gerçekleriyle, kendi kültürüyle, kendi kurallarıyla, kendi toplumsal anlayışıyla, kendine özgü bir tarzda biçimlendirdiğini söyler. Ancak, şiddeti ve biçimini bireysel ve toplumsal şartlar kadar, dönemsel krizlere göre değişen dünya düzeni ve politik yaklaşımlar da belirlemektedir. Diğer bir deyişle, “tarafların çatışan çıkarlarına göre konumlandırdıkları ilişkileri de şiddete neden olabilmektedir. Çatışan çıkarlar, durağan olduğunda “yapısal”, kısa dönemli olduğunda “konjonktürel” olarak adlandırılır. Yapısal durumda, şiddet baskın olanın kullanmayı meşru gördüğü bir araçtır, süregelen durumu değiştirmek isteyenlere karşı caydırıcı bir yöntem olarak kullanılır. Konjonktürel durumda ise, şiddet baskın olanın kendi yararına sonuçlanacak bir durum ve geçici bir kazanç için kullandığı bir araç olabilir” (Ergil, 1997). Eşitlik ve dayanışma duygularından çok, “üstünlük” üzerine kurulan ilişkilerde, şiddetin kökenleri hangi düzlemde –bireysel, yerel, ulusal ya da küresel- ele alınırsa alınsın, şiddet kültürünün “politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik” eksenlerde buluştuğu gözlemlenebilir. Şiddet kültürünün yoğun olarak yaşandığı bütün düzlemlerde, mitler, öyküler, söylenceler, şarkılar, inançlar ve tarihsel olaylar yapısal şiddeti olumlayabilir. Politik yaklaşımların kültürel zenginliklere “yön vermek”ten çok onları “kontrol etmek” üzerine yapılandırılması, farklı düzlemlerde oluşan sorunları çözmek yerine süregelen durumun sürdürülmeye çabalanması ve bu amaca uygun yöntemlerin kullanılması “yapısal” şiddeti körüklemektedir.
Bireyin, fiziksel ve psikolojik yönden sağlıklı yetişebilmesi için bir çok şeye gereksinimi vardır. Maslow’un Gereksinimler Hiyerarşisi’ne göre, fizyolojik, güvenlik, bir gruba ait olma-sevgi ve takdir edilme gereksinimleri ‘temel’ gereksinimlerdir. Birey, ancak bu gereksinimlerini tatmin ettikten sonra ‘üst düzey’ gereksinimleri için gerekli güdüye sahip olabilecek ve kendini gerçekleştirme sürecini tamamlayabilecektir.
Ancak, bireyi bir inanca, bir düşünceye tutsak olarak yetiştiren, farklı olan her şeyi ona düşman belleten, onu boş inançlara ve yazgıcılığa sürükleyen, benimsetilen düşünceleri yeterince anlamadan, sorgulamadan yaşama geçirmesi için ona uygun ortamlar yaratan bir sistem içinde, bireyin “kendini gerçekleştirmesi” mümkün olabilir mi?
Toplumsallaşma sürecindeki birey, aile ve arkadaş gruplarında, örgün eğitim kurumlarında ve mesleki kuruluşlarda hem üyesi olduğu alt kültürün değerler sistemini hem de evrensel değerlerin işleyiş biçimini öğrenir. Yaşamı boyunca “kendini gerçekleştirme” yolculuğunu sürdürür. Ancak Cüceloğlu (1993)’nun da belirttiği gibi, toplumsal rollere önem veren kültürlerde bireyden kendine özgü düşüncelere göre değil de ondan beklenen bu rollere göre davranması istenir. Bu süreç, bireylerin çocukluk dönemlerinden itibaren işlemeye başlar.
Toplumun bireyin yaşamındaki önemine dikkat çeken Paterson (1991) çocukların doğduklarında “bencil” olduklarını, “korku”yu sonradan öğrendiklerini söyler. Ona göre, toplum, kitle iletişim araçlarının da yardımıyla bireyin hem korkularını hem de açgözlülüğünü beslemektedir. Şirin (2003) de çocuğun kişilik gelişim sürecinde toplumun rolünü şöyle açıklar: “Çocuğun kişiliği varoluşçu kültür ortamında oluşmaya başlarsa kendini kolay tanıyacak, fark edecek ve keşfedecektir. Eğer çocuk korku kültüründe yetişiyorsa potansiyeli ne olursa olsun, kalıplanmaktan kurtulamaz”. Bir başka deyişle çocuğa, kişiliğini geliştirme hakkı tanınmaması, erişilemeyecek amaçların yüklenmesi ve aşılanması, çevresinde model alabileceği kişilerin olmaması ya da olumsuz modellerin bulunması gibi etkenler çocukluk döneminde filizlenmeye başlayan ruhsal bozuklukların nedenleri arasındadır. Bu durum karşısında çocuk ya duygusal çökkünlüğe girip “içe yönelim” ya da saldırganlaşıp “dışa yönelim” sorunları yaşayacaktır.
Kısacası, çocuğun evde, okulda ve sokakta örtülü ya da doğrudan, yapısal ya da konjonktürel şiddet mağduru olup olmaması ‘şansa bağlıdır’ denilebilir. Akço (2005)’nun da belirttiği gibi, toplumumuzda çocuğun şiddet mağduru olmasını önlemeye yönelik bütünlüklü bir yaklaşım ne yazık ki bulunmamaktadır. Böyle bir yaklaşımı hayata geçirmek için, “kurumların yeniden yapılandırılmasından hizmetlerin sunuluş biçimine kadar her şeyin ‘şiddeti önleme’ amacını içermesi” gerekmektedir. Ancak, Erdal Atabek (2005) sosyal dokuların kendini korumaya yönelik işlevler yüklendiklerini, bireyin “kendini gerçekleştirmesi” hedefini amaçlamadıklarını belirtiyor. Bir çocuk politikası geliştirememiş olduğumuzu söyleyerek Atabek’i destekleyen Polat (2005) da, günlük önlemlerle durumun idare edildiğini, en kısa zamanda kısa ve orta dönemli stratejilerin oluşturulması gerekliliğini vurguluyor.
Bir çocuk politikası oluşturma amacı yönünde atılan adımlarda genellikle göz ardı edilen ama can alıcı öneme sahip alanlardan birisi de çocuk yazınıdır. Daha önce de belirtildiği gibi (Atabek, 2001b), şiddet kültürünün temelinde “haksızlık” vardır. Ama her haksızlığa uğrayan kişi de şiddet yolunu seçmez. Ancak çocuğun doğumundan itibaren içinde bulunduğu ortamlar, modeller ve kişiliğini geliştirmesinde etken olan araçlar şiddeti olumlayan yöndeyse, diğer bir deyişle bir şiddet kültürü içinde yaşanılıyorsa, çocuk şiddete başvurmayı meşru bir yol olarak kolayca benimseyebilir.
Milli Eğitim Temel Yasası’ndaki ve Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’deki çağdaş bireyler yetiştirmeye yönelik ilkeler böylesi bir şiddet kültürünün gelişmesini önlemeye hizmet edebilir. Milli Eğitim Temel Yasası’nda çocukların, “beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren topluma karşı sorumluluk duyan yapıcı, yaratıcı ve verimli” bireyler olarak yetiştirilmesi bir amaç olarak benimsenmiştir. Çocuk Haklarına Dair Sözleşmede de, “çocuğun, özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlaki esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslararası kaynaklardan bilgi ve belge edinme” hakkı belirtilmekte, bu bağlamda çocuk kitaplarının üretiminin ve yayılmasının önemi vurgulanmaktadır (Madde 17). Çocuğun her türlü şiddetten korunma hakkı (Madde 19) sözleşmenin ana hedeflerinden biridir. Bu anlamda Sözleşme, çocuğu şiddete karşı korumak için yasal, idari, sosyal ve eğitim açısından gerekli her türlü önlemin alınmasını öngörmektedir.
Ne var ki, kütüphanelerde, okullarda ve evlerde çocuklarla buluşan birçok kitapta Milli Eğitim Temel Yasası’nın benimsediği genel amaçla ve temel çocuk haklarıyla çelişen unsurlar bulunmaktadır. Kitapların bir kısmında şiddet hem geleneksel anlayışın ya da bir ideolojinin parçası olarak, hem de bir sorun çözme yöntemi ve kendini ifade etme yolu olarak olumlanmaktadır. Bu nedenle, “çocukların görsel ve dilsel kültürle iletişimini sağlayan, gelişim süreçlerinde yaşantı kazandırmaya dönük özellikleriyle çocukların kişilik gelişiminde de etkili birer uyaran olan çocuk kitaplarını” (Sever, 2003, s37) toplumsal şiddeti kasıtlı ya da kasıtsız olarak olumlayan bir araç olarak ele almak, “bütünlüklü bir yaklaşım” benimsemek (Akço 2005) ve daha fazla gecikmeden çocuk yazını etiği ile bir “çocuk politikası” (Polat 2005) oluşturmak gerekmektedir.
Çocuğun Toplumsallaşma / Bireyleşme Süreci ve Önyargı-karşıtı Kitaplar
Şiddet kültürünün benimsendiği günümüz toplumunda, çocuğa belirli bir bakış açısından seslenmeyen “önyargı-karşıtı” bir kitabın varlığından söz etmek mümkün olabilir mi? Bir başka deyişle, insanların kalıpyargılara bağlı olmadan düşünebilmesi ne kadar mümkündür?
Önyargı, “bireyde, öteki bireylere, toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan, koşullanmış bir duygusal tutumu yansıtan sığ inanç” olarak tanımlanmaktadır (Püsküllüoğlu 2004). “Önyargı” ile “kategorik düşünce” arasında bağ kuran Allport (Bkz. Plous 2002)’a göre, insan zihni kategoriler yardımıyla düşünmek zorundadır. Ancak kategorik düşünce beraberinde önyargı, kalıpyargı (sterotip / aşırı genelleme) ve ayrımcılığı da getirebilir. Bu durumda zihinde yapılan sınıflamalar, insanı çevresinden, hayvanlardan, doğadan ya da diğer insanlardan soyutlama yanlışına yönlendirebileceği için yıkıcı hale de gelebilir (Plous 2002).
Jung’un insan zihninin yapısını açıklayan kavramlarından biri olan “kollektif bilinçdışı”, kategorik düşünce biçiminin kaynağına açıklık getirebilir. “Kollektif bilinçdışı”, ilkçağlardan günümüze değin insanoğlunun tipik reaksiyonlarının -korku, tehlike, üstün güce karşı verilen mücadele, cinsler arası ilişkiler, ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkiler, nefret ve sevgi, doğum ve ölüm, aydınlık ve karanlık prensiplerin gücü vb- deposudur. Bir başka deyişle, zihnimizin derinliklerinde gizli olan, kuşaktan kuşağa aktarılan kalıtımsal duygular, semboller ve olaylardır (Jacobi 2002, s25). Tüm kültürlerde aynı olan bu “arketipler” (ilksel motifler) kollektif bilinçdışının içeriğini oluştururlar ve bütün mitolojilerde, masallarda, dini geleneklerde ve gizemlerde tekrarlanırlar (s.71). “Kişisel bilinçdışı” ise unutulmuş, bastırılmış ve zaptedilmiş kişisel yaşantılardır, arketiplerle ilgili kompleksleri barındırır. “Bilinç” ise benliği oluşturur. Ancak bilinç ile bilinçdışının sınırları bireyin yaşantısına göre sürekli değişmektedir.
Kategoriler yaparak düşünen, önyargı ve kalıpyargılara dayanarak kendini çevresinden soyutlayan bireyin yaşayabileceği dengesizlikler, Jung’un insan zihninin katmanlarını tanımlayan ilkeleriyle de açıklanabilir. Ancak Jung’un ruhsal bozukluklara nasıl yaklaştığını anlayabilmek için öncelikle zihnin katmanlarını nasıl tanımladığını belirtmek gerekir. Jung, zihnin katmanlarını üç temel ilkede birleştirir. “Karşıtlıklar ilkesi”ne göre zihnin gücünü karşıtlıklar yaratmaktadır. Yani, bir anlayışa sahip olabilmek için karşıtının da olması gerekmektedir. Bu karşıtlıklar bir enerji doğurur. “Eşitlik ilkesi”ne göre, bu enerji iki tarafa da eşit olarak dağılmaktadır. Ancak birey bu dengeyi sağlayamazsa, bastırmalar, kompleksler vb harekete geçer. Nevrozlara ve psikozlara sebep olan bu dengesiz dağılım da “Entropi ilkesi”ne (karşıtlıkların bir araya gelme eğilimi) hareket verir. Karşıtlıklar üzerinde düşünebilme ve çelişkileri aşabilme sürecinde birey dengeyi tekrar kurabilirse, sükunet ve güvenlik duygusu yerleşir. Aksi takdirde geriye tedavisi çok zor olan yıkılmışlık duygusu kalır (Jacobi 2002, s.79-83).
Jung’un “bireyleşme” olarak tanımladığı kişiliği şekillendirme sürecinde, birey çevresinin beklentilerine göre davranırsa ve sosyal rolleri sorgulamadan kabul ederek gerçek kişiliğini maskelerse bireyleşemez. Ancak kendisi ile barışık olan bireyler bireyleşebilir, çevresi ile anlamlı ilişkiler kurabilir, başkalarına örnek olabilir (Jacobi 2002).
Bu nedenlerle, çocuğun toplumsallaşma ve kişiliğini oluşturma sürecinde arketiplerle, kalıpyargılarla, önyargılarla ve karşıt bakış açılarıyla mutlaka karşılaşacağı ve onlarla etkileşeceği, bunları kendine model alacağı ve onun da başkalarına model olacağı söylenebilir. Sosyal öğrenme modeli de bu görüşü desteklemektedir. Bu modele göre, davranış kişisel ve çevresel değişkenler arasındaki etkileşimin bir sonucudur. Çevresel koşullar, öğrenme yoluyla davranışı şekillendirirken kişinin davranışı da çevreyi şekillendirir (Atkinson, Atkinson ve Hilgard, 1995, s.534-537). Bireyin çevresindekileri kendine model alarak öğrendiği varsayımına dayanan sosyal öğrenme kuramında, çocuk ve onu yetiştirenler arasındaki sevgi bağının yanı sıra, istismardan, otoriter yaklaşımdan uzak çocukluk döneminin ve esnek iç kontrolü güçlendiren deneyimlerin de önemli olduğu söylenebilir. Çünkü “çocuk, kişiliğinin gelişiminde bir modelle kendini özdeşleştirir. Bu model başlangıçta, anne-baba ve yakın akrabayken, zamanla yerini arkadaşa, film ve kitap kahramanlarına bırakır. Bu bakımdan kitap kahramanlarının ahlaki ve sosyal açıdan sağlıksız olması, çocuğun kendini kötü bir modelle özdeşleştirmesine neden olur (Yavuzer 2001, s.156).
Yörükoğlu (2002) saldırganlığın doğuştan var olan bir dürtü olduğunu söyler. Ancak aynı zamanda insanın en sevecen ve en uysal yaratık olabilme yeteneğinin de olduğunu belirterek, yaşantı ve deneylerinin insanı bu iki uçtan birine yaklaştırdığını vurgular (s.344). Şiddet kültürünün örtülü ya da doğrudan olumlandığı, kalıpyargıların, önyargıların ve karşıt bakış açılarının “yanlış”, bunlara inananların da “düşman” olarak belletildiği günümüz toplumunda çocukların model alabileceği kişilerin ne derece sağlıklı olduğu tartışılır. Yavuzer (2001), o yüzden çocukların model alacağı kitap kahramanlarını yaratan çocuk kitabı yazarlarının yüklendikleri görevin çok önemli olduğuna dikkat çeker (s.156).
Zeece (1997) çocuklara taraflı bir bakış açısından seslenmeyen, kültürel değerlerdeki farklılıklara ve benzerliklere eşit uzaklıkta durabilen, ayrımcılık yapmayan, çocukların karşısında mutlak bir otorite olarak durmayan, onları eleştirel düşünmeye yönlendiren kitapların “önyargı-karşıtı” kitaplar olarak tanımlanabileceğini söyler (s.173). Ancak ister kasıtlı ister kasıtsız olsun, ders kitaplarının ve Türk çocuk yazınındaki kitapların büyük bir çoğunluğu bu tanıma uymamaktadır. Bu çalışma, kitaplarda hem cinsiyet, ırk ve ideoloji ayrımcılığı yapan yaklaşımlara hem de kalıpyargıları ve önyargıları, örtülü ya da doğrudan olumlayan şiddet unsurlarına yer verecektir.
Fiziksel / Cinsel şiddetin olumlandığı kitaplar
İzzettin Dinamo’nun “Kenti Yiyen Çocuk” adlı kitabı gerek kahramanların tutum ve davranışları açısından gerekse kitabın şiddeti olumlayan iletisi bakımından çocuklar için sağlıklı bir özdeşleşim modeli oluşturmamaktadır. Masalda, dört erkek çocuğu olan bir aile vardır. Ancak son çocuk diğerlerinden farklıdır. İridir ve çok güçlüdür. Daha birkaç haftalıkken bile onu doyurmak mümkün değildir. Çocuk annesini emerken onu iliklerine kadar somurduğu için kadının göğüslerinden kan gelir. Çocuk geceleri evden kaçıp çevrede tavuk, kuzu, kedi ne varsa yedikten sonra ağzı yüzü kan içinde eve döner. Anne durumdan haberdar olsa da kimseye bir şey söylemez. Kardeşlerden birinin durumu fark etmesi üzerine anne onun bir dev yavrusu olduğunu itiraf eder. Anne, devin zorla eve girdiğini ve ona tecavüz ettiğini herkesten saklamıştır. Öykü, diğer çocukların besledikleri iki aslan yavrusuna dev kardeşlerini parçalatmaları ile son bulur. Bu öyküde farklı olan kardeşin dışlanmasının, tecavüzün saklanmasının, güç ve şiddetin ilişkilendirilip babanın bu güçlü dev-çocuk sayesinde ülkenin kralı olabileceğini düşünmesinin ve zararlı ya da tehlikeli olanın ortadan kaldırılmasının olumlandığı “kardeş katili” kalıpyargısının gerekçelendirildiği görülmektedir. Öykünün şiddet içeren anlatımı ve çizimleri de bu iletileri güçlendirmektedir.
Duran Yılmaz’ın “Keloğlan Ak Ülke” adlı kitabındaki ilk masal kadınlara düşkün olan bir padişahı anlatır. Güzel kadınları sarayına getirten padişah, kadının erkek akrabalarını astırır, kadınları zorla cariyesi yapar, huzurunda oynatır, gününü gün eder. Keloğlanın ayaklandırması ile zevk düşkünü padişahlarını ısıran, parçalayan ve sarayın bahçesindeki köpeklere atan halk Keloğlanı ülkeye padişah yapar. İkinci masalda da aynı özelliklere sahip bir padişah modeli görülmektedir. İki oğlunun da ölmesini umursamayan, zevkine düşkün padişah oğullarını öldüren Hızır’la gününü gün eder. Eğri dişli, çarpık suratlı ve şaşı olarak betimlenen Hızır saraydan abisiyle birlikte kaçan padişahın kızına tecavüz eder. Kıtır kıtır kesilen başın havanda dövülüp karabiber haline getirilmesi, karabiberliğe konulup yemeklere zehir diye atılması ve masal boyunca uygulanan şiddetin en ince ayrıntılarına kadar aktarılması hakedenlere uygulanabilecek fiziksel şiddeti; kötü olduğu için annesini zehirleyen çocuğun davranışları, tecavüz edilen kadınların çaresizlikleri, kaderlerine boyun eğişleri ve zayıflıkları da duygusal ve cinsel şiddeti olumlamaktadır.
Hızır Ovacık’ın “Yaşayacaksın Ağacım” adlı kitabı MEB’nın Çocuk Kitapları Yarışmasında “Hikaye Dalı Birincilik Ödülü”nü almış. “Sapık” adlı öykü çocuklara şeker, çiklet veren bir dedenin bodrum katında çocukları nasıl taciz ettiğini anlatır. Et benleri ve kirpi gibi sert sakalları olan çirkin yüzlü, esmer, kısa boylu, yetmiş yaşın üstündeki dedenin çocuklara yaptıkları mahalledeki büyük küçük herkesi korkutur. Üstelik dede sadece çocukları değil mahalledeki kadınları da taciz etmektedir. Ancak kimse bir şey yapmaz. Öykünün sonunda felç geçiren dedeye de kimse üzülmez. Herkes adaletin yerini bulduğunu düşünür. Öyküde “kötülerin her zaman kaybedeceği, mutlaka bu dünyada ya da öteki dünyada Allah tarafından cezalandırılacakları” kalıpyargısı olumlanır. “Keloğlan Ak Ülke” kitabında olduğu gibi burada da kötülüğün fiziksel çirkinlikle ilişkilendirilmesi dikkate değer. Kitabın “Sınav” adlı öyküsünde sınava hazırlanırken anne babası tarafından duygusal şiddete maruz bırakılan bir çocuk modeli karşımıza çıkar. “Dört Göz” adlı öyküde ise gözlük takan bir çocuğa ailesi ve arkadaşları tarafından uygulanan duygusal ve sözel şiddeti görürüz. “İlk Düğün” adlı öyküde “sünnet edilme anı” ve “kullanılan aletler” ayrıntılarıyla anlatılır. Öykü, sünnet korkusunu olumlamak istemese de anlatım biçimi ve kullanılan dil bu korkuyu açığa çıkartacak biçimdedir. Ayrıca “erkek olmanın şartı ve bedeli olarak sunulan sünnet düğünü” kalıpyargısı vurgulanır. Ağlamanın bir zayıflık belirtisi olduğunun ve erkeklere yakışmadığının sıklıkla söylenmesi de öyküde duygusal şiddet içeren unsurlardan yalnızca birkaçıdır.
Tacim Çiçek’in “Eşek Çalanlar Çetesiyle Savaş” adlı öyküsünde babanın ölüm döşeğinde yazdığı bir mektuptan yıllar önceki gerçekleri öğreniriz. Baba, kızına komşularının tecavüz ettiğini kızın evlendiği günün ertesi sabahı öğrenir. Olay açığa çıkınca kız ortalıktan kaybolur. Kızın bir hafta sonra ölüsü bulunur. Kafasının sol tarafı parçalanmıştır. Adam bir yıl sonra kızının intikamını almak için kasabaya döner. Kızının tecavüze uğradığında üzerinde olan elbisesini giyer, peruk takar ve geceleri çevrede dolaşmaya başlar. Öfkeli baba peşine düşen komşuları bıçakla delik deşik eder, kızının intikamını alır. Ölüm döşeğinde yazdığı mektupta, yaptığının iyi bir şey olmadığını ancak bunu yapmak zorunda kaldığını söyler, “intikam” kalıpyargısını gerekçeye bağlı olarak olumlar.
Cinsiyet, Etnik ve Sınıf Ayrımcılığının Yapıldığı, Otoriter Yaklaşımların ve İdeolojilerin Olumlandığı Kitaplardaki Şiddet Unsurları
Muzaffer İzgü’nün “Yumurtadan Çıkan Öğretmen” adlı kitabına adını veren öykü pazarda öğretmenini yumurta satarken gören bir çocuğun üzüntüsünü anlatır. Öğretmen o günden sonra yumurta yemeyen öğrencisini yemesi için ikna eder, çocuğun yumurtaya değil öğretmenini bu duruma düşürenlere küsmesi gerektiğini olumlar. “Sarı Zarf”, babasının tayini çıkan bir çocuğun isyanını anlatan diğer öykü. Baba, parasızlık yüzünden tayin olduğu yere yalnız başına gitmeyi düşünür. Aile mutsuzdur. Babanın sıkıntıdan midesi ağrır. Öyküde çocuğun devlete öfkeli tepkisi olumlanır, “hedef” olarak ailenin içinde bulunduğu duruma neden olan kişiler gösterilir. “Bir Oynasam Bir Oynasam” adlı diğer öykü, annesi çalıştığı için evde kardeşlerine bakan bir kızı anlatır. Kız evde, ancak aklı dışarıdadır. Kardeşleriyle birlikte gizli saklı dışarıya oynamaya çıktığı bir gün küçük kardeşi sokakta kaybolur. Kız, çocuksu isteğinin bedelini öder. Öyküde yoksulluk temasının sunuluş biçimi, çocuğun isyanları, karakterle ya da durumla kendini özdeşleştirenleri olumsuz yönde etkileyebilecek bir yaklaşımla aktarılıyor. “Temsil” adlı öyküde ise piyeste rolünü gerçekçi oynayamayan sınıf arkadaşlarına kızan fakir çocukların ve onu zengin diye o role seçen öğretmenin tavırlarıyla duygusal şiddet olumlanmaktadır. “Zengin” ve “fakir” kavramları öfke ve isyan duygularını uyandıracak şekilde sunulmuştur. M. İzgü’nün “Çizmeli Osman” adlı romanında olumlanan duygusal şiddetin boyutu da dikkate değer. Kitapta diğer çocuğu ameliyat ettirebilmek için en küçük çocuklarını satan ailenin dramı anlatılır. Annenin isyanları, kardeşlerin şaşkınlığı, babanın çaresizliği ve satın alan ailenin yaklaşımı duygusal şiddeti olumlayan yönde sunuluyor. Öykü, sınıf ayrımını ve zenginlerle ilgili kalıpyargıları pekiştiriyor.
Yazarı belirtilmeyen kitap “Tembel Tekin”de Tekin’in annesi gece gündüz çalışır, Tekin yan gelip yatar. Ancak bir gün annesi dayanamaz, oğlunu evden kovar. İş bulmadan eve gelmemesini söyler. İş bulan Tekin kazandığı parayı yolda kaybeder. Annesi bir dahaki sefere kazandığını cebine koymasını söyler. Tekin yine çalışmaya gider. Ancak bu kez ona ücret yerine süt verilir. Tekin annesinin sözünü dinler, sütü cebine koyar. Eve gidene kadar süt dökülür. Annesi ona yine kızar. Annesinin önerilerini eksiksiz yerine getiren Tekin her defasında komik durumlara düşer. Bir gün sırtında eşekle eve giderken, bir köşkün önünden geçer. Tesadüf eseri köşkün hiç gülmeyen kızını güldürür. Kızla evlenmeyi hakeden Tekin böylece zengin olur. Öykünün çıkış noktası (sorgulamanın, düşünmenin önemi) güzel olsa da sonunda çocuklara çalışmanın değil de zengin biriyle evlenmenin çözüm olarak sunulmasının ve kısa yoldan, emek harcamadan sonuca ulaşma durumunun olumlanmasının şiddet içeren bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.
“Askerin Görevi” adlı öyküde farklı karakterdeki iki asker anlatılıyor. Biri askerlik görevlerini eksiksiz yerine getiren çalışkan bir kişi. Diğeri ise keyfe düşkün, tembel, çarşılarda dolaşıp alışveriş yaparak vaktini geçiren biri. Görevlerini yapmayanların asi olduğu, devlete (onu doyurana) kayıtsız şartsız güvenmenin gerekliliği, askerliğin savaşa hazırlanmak için yapıldığı gibi kalıpyargılar sık sık vurgulanıyor. Daha sonra öykü günlük yaşam kurallarına taşınıyor, ayrımcılık, mutlak güçlere-sisteme sorgusuz itaat ve kulluk görevinin önemi anlatılıyor. İyi asker Müslüman kişiyle, kötü asker de kulluk görevlerini yerine getirmeyen kişilerle ilişkilendiriliyor. Yaşamın döngüsü ‘iyi’ ve ‘kötü’ olarak sınıflandırılıyor. Öyküde yaramaz çocukların kötü insan kategorisinde resimlendirilmesi, iyi çocuğun elinde de tencere kapağından bir kalkan ve tahtadan kılıç olması şiddeti görsel olarak da olumlamayan unsurlardan birkaçı.
Saadettin Kaplan’ın “Güneşin Doğduğu Yer” adlı romanında köyden kente göç eden ancak kentte beklediği yaşam şartlarına ulaşamadığı için köye geri dönüp dönmemeyi düşünen bir ailenin öyküsü anlatılıyor. Aynı oda içinde yaşayan ailede kaynana geline, anne çocuklara, baba anneye ve çocuklara duygusal, fiziksel ve sözel şiddet uygulamaktadır. Öyküde geleneksel roller (anne, gelin, çocuk, baba vs) ve kalıpyargılar olumlanmakta, çocuklara farklı bir bakış açısı kazandırmak yerine “süregelene boyun eğme” durumu pekiştirilmektedir. Boyacılık yaparak ailesine destek olan çocuğun kitap tutkusunun da öykünün sonunda bitmesi dikkate değer. Çocuk okuduğu bütün kitapların sonunda fakirlerin zengin olduklarını, mutluluk içinde yaşadıklarını görür, o da bu hayale kendini kaptırır. Ancak beklentileri gerçekleşmeyince kitaplara kızar ve okumayı bırakır. Çocuk zengin insanlara karşı öfkelidir. Ancak yine de bir zenginin gelip onu kurtaracağı hayalinden vazgeçemez. Çingenelere yönelik etnik ayrımcılık ve kentli-köylü ayrımı da “iyiler” ve “kötüler” kategorisinde sunulmaktadır. Kitapta paylaşmanın “enayilik” olduğu, “büyük şehirde ayakta kalabilmek için güçlü ve zengin olmak gerektiği” kalıpyargıları da sık sık vurgulanmaktadır.
Duran Yılmaz’ın “Çoban Çocukları” adlı kitabında da çingenelerin bir ayıya yaptığı işkence ayrıntılarıyla anlatılır. Sözel şiddet her satırda hissettirilir, gerilim için verilen ayrıntılar şiddeti pekiştirir. Kemalettin Tuğcu’nun “Çingene Kızı” adlı kitabında da etnik ayrımcılık sık sık vurgulanır. Öyküde, “çingen çalar kürt oynar” deyişi yüzünden konservatuar eğitimini yarıda bırakan Reyhan çingene olduğunu herkesten saklar. Ancak evleneceğe çocuğun ailesine “sizleri aldatmaktansa karşınızda rezil olmayı tercih ederim” diyerek çingene olduğunu itiraf eder. Kitabın sonunda ayrımcılık olumlanmamış olsa da bu iletinin farklı kültürlerden gelen çocuklar üzerinde ne gibi psikolojik baskılar oluşturacağını kestirmemiz mümkün değildir.
Gülten Dayıoğlu’nun “Yurdumu Özledim” adlı kitabı da Türk-Alman ilişkileri üzerinden “güçlü” ve “zayıf” kalıpyargılarını olumlamaktadır. Türk ailelerinin Almanya’da maruz kaldıkları yapısal ve konjonktürel şiddet, çocukları “dışa-yönelik” şiddete yöneltebilecek biçimde sunulmamış olsa da, “içe yönelik” şiddetin de “psikolojik şiddet” olduğunu ve bastırılan öfke, nefret duygularının uygun şartlarda fiziksel şiddete dönüşebileceğini söyleyebiliriz. “Güçlü-zayıf” ve “iyi-kötü” kategorilerinin tek bir bakış açısından sunulmuş olması, iyi insan özelliklerinin sadece Türklere ve kendi köylülerine has olması da dikkate değer örtük şiddet unsurlarından. G.Dayıoğlu’nun diğer kitabı “Ölümsüz Ece”de de yine “egosentrik” bakış açısının olumlandığı şiddet unsurlarıyla karşılaşırız. Yani kötülerin hep “öteki” olması ve “güçlünün zayıfa fiziksel şiddet uygulaması” kalıpyargıları pekiştirilir.
Aydoğan Yavaşlı’nın “Bir Sokağın Hikayesi” adlı kitabında da şiddet, ideoloji çatışmalarının haklı bir gerekçesi olarak olumlanır. Mafya ile ilişkisi olan, mahallenin namusunu korumak isteyen üç kabadayı ve cami imamı, komünist düşünceleri yaydıklarını söyleyerek mahalleye yeni taşınan üç öğrencinin öldürülmelerine sebep olurlar. Çocukların evini tarayan polise mahalledekilerin İstiklal Marşı’nı söyleyerek ve Türk bayrağını sallayarak eşlik etmesi dikkate değer. Yine kötülerin “öteki” olması, “güçlünün zayıfa fiziksel şiddet uygulaması” kalıpyargıları, fiziksel ve duygusal şiddete neden olabilecek “acıma” ve “isyan” duygularıyla pekiştirilir. Kitapta cinsiyet ayrımcılığı da sıklıkla olumlanır.
Veysel Çolak’ın “Sen Balık Mısın?” adlı fabl türündeki kitabı da şiddeti olumlayan unsurlar içermektedir. Şiirlerde, “sınıf bilinci” vermek adına ormandaki hayvanları “egemen” ve “emekçi sınıf” olarak kategorize eden ve birbiriyle savaştıran yaklaşımda kalıpyargılar ve önyargılar pekiştirilir, “öteki” hep “kötü” ve “düşman” olarak gösterilir.
Türkan Gedik Benli’nin “Yaşam Kavgası” adlı öyküsünde de aynı yaklaşım görülmektedir. Bu kez hayvanlar değil, çöpe atılan bir kitap aracılığıyla düzen sorgulanır. “Bir Sokağın Hikayesi”nde olduğu gibi burada da “öteki” hedef olarak gösterilir, kalıpyargılarla şiddet gerekçesi olumlanır. Ayrımcılık yaratabilecek kalıpyargıların ve önyargıların sık sık vurgulanması da öfke ve nefret duygularını açığa çıkartabilecek yöndedir.
Ders kitaplarının durumunun da çocuk yazınındakilerden pek farklı olmadığı söylenebilir. “Tarih Vakfı ve Türkiye Bilimler Akademisi'nin üç yıldır yürüttüğü ‘Ders Kitaplarında İnsan Hakları’ projesi kapsamında yapılan bir araştırma öğrenci ve öğretmenlerin insan haklarına aykırı anlatımları kanıksadığını gösteriyor. ‘Türkler, kahraman ve asker bir millettir’ sözüne ‘her açıdan doğru’ diyen öğrenciler yüzde 51.9, ‘Günümüzde kahramanlık artık kalkınma, demokrasi ve barış için çalışmaktır’ diyenler yüzde 48. ‘Memleketimizde yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin bir kısmı fırsat buldukça memlekete zarar vermeye kalkıştılar’ cümlesini yüzde 34.8'i doğru buluyor. ‘Anadolu'da yüzyıllardır iç içe yaşamış pek çok topluluğun var ettiği ortak kültür, en büyük zenginliğimizdir’ diyenler 39.6. Kararsızların oranı yüzde 50.2.” (Aktaş, 2005). 190 ders kitabını inceleyen kurul, ders kitabı yazarlarının yaklaşımlarının da çocuk yazınındakilerden çok farklı olmadığını gösteriyor.
Bütün bu araştırmaların ışığında, Türkiye’de çocuk olmak hiç de kolay değil diyebiliriz. “Ekonomik sorunlardan, geleneklerin baskısına, çağdışı eğitim sisteminden medyanın olumsuz etkisine, aile baskısından çevre sorunlarına, insan haklarından terör ve şiddet olaylarına değin çocuk da bir sürü sorunun içindedir” (İpşiroğlu 1997, s65). Çocukları fildişi kulelere kapatmak çözüm değildir. “Çocuk, kitaplarda kendi gerçeğini arar” (Dilidüzgün 2003, s74). Ancak “çocuklara gerçekleri sunmanın yolu mutsuzluktan, kinden, nefretten geçmez” (Has 2002, s66). Tüm ilişkilerde belirleyici etkenin “insana saygı” olduğunu unutup çağdaş yaşamın değerleriyle çelişen; gelenekleri sürdürmek gerekçesiyle çocuklara eski çağlardan seslenen; özgürlüğe, akılcılığa, eleştirel düşünceye ve ilerlemeye hep ideolojik doğrultuda anlamlar yükleyen; toplumsal rolleri, inançları, töreleri ve gelenekleri de bu amaçlar doğrultusunda anlamlandırıp bireylerin hareket ve düşünce özgürlüklerini elinden alan; “öteki”nin hep kötü, kendisinin “iyi” olduğunu olumlayarak tek ve mutlak gerçekliğe boyun eğmeyi çocuklara görev olarak yükleyen yaklaşımlar çocuğun bireyleşmesini engelleyecektir. Bu durum da, çocukları edilgen, kendi haklarından habersiz kişiler durumuna sokacak, ruhsal sorunlar oluşturabilecek alt yapıyı hazırlayacaktır.
Sonuç olarak, çocuğun sağlıklı bir birey olabilmesi için toplumsallaşma ve bireyleşme sürecinde kültürel değerlerdeki farklılıklara ve benzerliklere eşit uzaklıkta durabilen, ayrımcılık yapmayan ve onu eleştirel düşünmeye yönlendiren “önyargı-karşıtı” modellerle karşılaşması gerekmektedir. Bu da sadece çocuk yazını etiği oluşturmaktan değil, her alanda bütünlüklü bir yaklaşım benimseyip genel bir çocuk politikası üretmekten geçmektedir.

Nilay Yılmaz


KAYNAKÇA

Akço Seda (2005) Çocukluk Durumunu Anlamak. Güncel Hukuk, 29 Ocak. BianetAktaş Umay (2005) Öğrenci Kitap Gibi. Radikal, 15 ŞubatAtabek Erdal (2000) Toplumsal Şiddetin Kökenleri. Cumhuriyet, 31 Ocak Atabek Erdal (2001a) Şiddet Kültürünü Fark Etmemek. Cumhuriyet, 15 Ocak Atabek Erdal (2001b) Şiddet Kültürü. Cumhuriyet, 8 Ocak Atabek Erdal (2005) Bedelini Ödeyerek. Cumhuriyet, 7 ŞubatAtkinson Rita, Atkinson Richard ve Hilgard Ernest (1979) Psikolojiye Giriş. (Çev. Kemal Atakay, Mustafa
Atakay ve Aysun Yavuz) Sosyal Yayınları, İstanbul, 1995Büker S., Kıran A. (1999) Reklamlarda Kadına Yönelik Şiddet. İstanbul, Alan YayıncılıkCüceloğlu Doğan (1993) İçimizdeki Çocuk: Yaşamımıza Yön Veren Güçlü Varlık. İstanbul, Remzi KitabeviDilidüzgün Selahattin (2003) Çağdaş Çocuk Yazını, İstanbul, Morpa YayınlarıErgil Doğu (1997) The Cultural Roots of Violence. Turkish Daily News, Nov. 28 İpşiroğlu Zehra (1997) Eğitimde Yeni Arayışlar, İstanbul, Adam YayınlarıJacobi Jolande (1959) C.G. Jung Psikolojisi. (Çev. Mehmet Arap) İlhan Yayınları, İstanbul, 2002Mutlu Erol (1997) Televizyon, Çocuklar ve Şiddet. İletişim Fakültesi Dergisi, s.41-75Nas Recep (2002) Örneklerle Çocuk Edebiyatı. Bursa, Ezgi KitabeviPatersen Katherina (1991) Living In a Peaceful World. Horn Book Magazine, Jan/ Feb V.67 p32.Plous Scott (2002) The psychology of prejudice, stereotyping, and discrimination: An overview. Understanding Prejudice and Discrimination, Plous Scott (Ed), New York, McGraw-Hill, p3-48Polat Oğuz (2005) Türkiye'nin Bir "Çocuk Politikası" Yok! O-18.org. 1 Nisan (http://www.bianet.org/2005/04/01_c/58196.htm) Püsküllüoğlu Ali (2004) “Önyargı”. Türkçe Sözlük. Genişletilmiş 5. Baskı, İstanbul, Doğan Kitap Sever Sedat, Çocuk Kitaplarına Yansıtılan Şiddet. Çocuk Edebiyatı ve Çocuk Edebiyatına Yansıyan Şiddet. Çocuk Edebiyatına ve Çocuk Hekimliğine Yansıyan Şiddet Sempozyumu. 25-27 Nisan 2002, Eskişehir. Osmangazi Üniversitesi Yayınları, s.32-46 Şirin M. Ruhi (2003) Çocuk Modernleşmesi, Çocuk Edebiyatı ve Çocuk Edebiyatına Yansıyan Şiddet. Çocuk Edebiyatına ve Çocuk Hekimliğine Yansıyan Şiddet Sempozyumu. 25-27 Nisan 2002, Eskişehir. Osmangazi Üniversitesi Yayınları, s.249-262Yavuzer Haluk (2001) Anne-Baba ve Çocuk. İstanbul, Remzi Kitabevi Yörükoğlu Atalay (2001) Çocuk Ruh Sağlığı. 25.Basım, İstanbul, Özgür YayınlarıZeece Pauline Davey (1997) Boks, Bias, and Best Practice. Early Childhood Education Journal, Vol 24, No.3, p173-177
Gönderme yapılan çocuk kitapları:
“Tembel Tekin”, Semerkand Yayınları 
Çiçek Tacim, “Eşek Çalanlar Çetesi”, Çınar Yayınları
Çolak Veysel, “Sen Balık Mısın?”, Ercan Kitabevi
Dayıoğlu Gülten, “Ölümsüz Ece”, Altın Kitaplar
Dayıoğlu Gülten, “Yurdumu Özledim”, Altın Kitaplar
Dinamo İzzettin, Kenti Yiyen Çocuk, Gendaş Çocuk 
İzgü Muzaffer, “Çizmeli Osman”, Bilgi Yayınları
İzgü Muzaffer, “Yumurtadan Çıkan Öğretmen”, Bilgi Yayınları
Kaplan Saadettin, “Güneşin Doğduğu Yer”, Alioğlu Yayınevi 
Ovacık Hızır, Yaşayacaksın Ağacım”, MEB Yayınları
Said Nursi, “Askerin Görevi” (Der. Dr.Veli Sırım), Nesil Yayınları
Tuğcu Kemalettin, “Çingene Kızı”, Erdem Yayınları
Yılmaz Duran, “Çoban Çocukları”
Yılmaz Duran, Keloğlan 
Ak Ülke, Yuva Yayınları
Risk Altındaki Çocuk ve Ergenler Sempozyumu, Nisan 2005 
EK 1:
Kitaplardan şiddeti destekleyen alıntılar:
Ovacık Hızır, Yaşayacaksın Ağacım”, MEB Yayınları ‘Annem bizden çok ağlıyor… Babam erkek olmasa ağlayacak. Gururuna yediremiyor’
Çiçek Tacim, “Eşek Çalanlar Çetesi”, Çınar Yayınları 'Düğün gününün ertesi sabahı damadımız olan genç çıkageldi… Kızıma tecavüz edildiğini söyledi… Kızımdan öğrenmiş. Komşularımızın erkekleri kızımı bir gün eve kapatmışlar ve sıra ile… Söylersen aileni öldürürüz diyorlar… Damadımın babası kızımı getirecekmiş ama kızım evden kaçmış’ (s.110)
İzgü Muzaffer, “Yumurtadan Çıkan Öğretmen”, Bilgi Yayınları 'Yumurtanın bunda hiçbir suçu yok, yumurtaya düşman olma… Bana yumurta sattıranlar utansın! Karım, üç çocuğum, bir de annem var… Anneme ben bakıyorum. Altı kişiyiz evde… Evim kira’ (s.19)
İzgü Muzaffer, “Sarı Zarf”, Yumurtadan Çıkan Öğretmen, Bilgi Yayınları ‘İçinden birilerine kızıyordu, müdüre mi, kaymakama mı, valiye mi, yoksa yoksa Ankara’daki amcaya mı? Duymuştum bir kez babamdan, Ankara’da amcalar olurmuş, o amcalar tutar istediklerini istedikleri yere atarmış’ (s.38); ‘Kızdım ben de Ankara’daki amcaya. Hatta içimden onun da midesi ağrısın, dedim’ (s.42), ‘Öyle bir kızdım ki o Ankara’daki amcaya… Pis amca, çirkin amca’ (s.46)
İzgü Muzaffer, ““Bir Oynasam Bir Oynasam”, Yumurtadan Çıkan Öğretmen, Bilgi Yayınları ‘Annem Pazar günleri de cam siler, halı siler, çamaşır yıkar, yer ovar… iyi ama, o konaklardaki anneler babalar beni hiç düşünmezler mi? Çağırmayalım bu Pazar Çimen hanımı, …evinde otursun, bebelerine baksın. Zeyno sokağa çıksın, doya doya oynasın’ (s.51)
İzgü Muzaffer, ““Temsil”, Yumurtadan Çıkan Öğretmen, Bilgi Yayınları ‘Sizin babanız temsil için gerekli şeyleri alamaz… Mine’nin hayat bilgisi yıldızlı beş, ona sorun öğretmenim, deriz. Ama Mine hayatı bilmiyor ki’ (s.69) İzgü Muzaffer, “Çizmeli Osman”, Bilgi Yayınları‘Ay, çok fena kokuyor bu sokak, avlular, evler… Ay hepiniz bir göz odanın içinde mi kalıyorsunuz? Ay mutfağınız banyonuz yok mu? Ay Recai, ne kötü yaşam değil mi, Niye böyle yaşıyorsunuz? Bilmem’ (s.81); “Aa dişleri de bozuk”; ‘Lastik çizme gibi sattılar Osman’ı bilmem kaç liraya’)
Said Nursi, “Askerin Görevi” (Der. Dr.Veli Sırım), Nesil Yayınları ‘Dünya üzerindeki insanlar tıpkı ordunun bölümleri gibi birbirinden farklı grupları oluştururlar. Bunlardan birisi de Müslümanların oluşturduğu İslam dünyasıdır’ (s.18); ‘Tilkiler çok zeki hayvanlardır, ama rızıkları peşinden koştukça adeta onlardan kaçar. Sonuçta tilkiler çok çelimsiz ve zayıf kalırlar. Ama balıklar öyle değildir. Tilkiler kadar zeki olmayan balıkların rızıkları hemen önlerine kadar gelir ve bütün balıklar bu yüzden semiz olurlar’ (s.30);
Kaplan Saadettin, “Güneşin Doğduğu Yer”, Alioğlu Yayınevi ‘Anasına bak, kızını al. Seni de her sabah tekmelemezsem kalkacağın yok’ (s.18) ‘Şu beyinsiz kocanı razı et de köyümüze dönelim (s.19); ‘Mastika oynuyor…Düğünlerde klarnet çalan Çingene Kalender var ya, onun kızıyla…Diğer çocuklar da el çırpıyor… Sırtının ortasına iki zumzuk çektim… Kolundan çekip getirdim…Başka arkadaş bulamadı mı? Gidip çingenelerin kızı ile… Gerçi o da Allah’ın kulu. Kimseye hor bakmamak gerek…Senin anlayacağın torunun orta yerde çengilik yapıp, göbek atıyormuş… Bunları da mı görecektim Allah’ım?’ (s.49); ‘(Çevresinde kimi gazetesiyle, kimi çantasıyla meşgul olan insanlara öfkeyle baktı. Ve sanki bütün öfkesini dişlerinde toplayıp, çenesini sıktı. Sonra da… cıırt diye yere tükürdü (s.24)
Dayıoğlu Gülten, “Yurdumu Özledim”, Altın Kitaplar “Özyurdunda olmayacağın için sana belki tepeden bakarlar. Horlayıp aşağılarlar…Sen binlerce yıllık şanlı geçmişi olan yüce ve soylu bir ulusun çocuğusun…Orada, ülkeni ve ulusunu küçük düşürecek davranışlarda bulunmaktan sakın…ergeç geri döneceksin. Onun için geleneklerimizi inançlarımızı aklından çıkarma. Oradaki ulusların birçok konuda bizden daha uygar, daha varlıklı, daha güçlü olduklarını anlayacaksın… kendilerine özgü gelenekleri, töreleri, inançları vardır. Bunlara saygı göster ama sakın hiçbirini benimseme!… sapıp soysuzlaşma” (s.10
Dayıoğlu Gülten, “Ölümsüz Ece”, Altın Kitaplar“Annem, biz Türkler, dostlarımıza tüm varlığımızla bağlanırız. Ama düşmanlarımızı da kolay kolay bağışlamayız derdi” (s.131); “Önce saygıdeğer babanızın burnuna demir bir kanca sokacağım. Beynini çekip çıkaracağım. Kancanın ulaşamadığı yerlere ilaç püskürterek, kafasını iyice temizleyeceğim” (s.78)
Bengi Gedik Türkan, “Yaşam Kavgası”, Papirüs“Demek ki Yeşim kafasının içini değil, dış görüntüsünü süslemeyi yeğleyen bir kızdı” (s.7); “kafası boş, cebi dolu olan insanların elinden nasıl kurtuldun?” (s.27); “O (kitap) artık bir tutukevindeydi ve her an işkence görmeye hazırdı” (s.12); “Sırtını kim yaptı böyle? Hangi işkence aletini kullandılar?” (s.19); “Kime göre zararlıymış? Toplumdaki egemen güçlere göre” (s.27); “Mutluluk beni korkutuyor” (s.34)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder