Site içi arama

Olağanüstü ülkenin bayramsız çocukları

                                     

1980’li yılların sonu ve 90’lar bu coğrafyada iki tane ülke vardı, olağan olan ve olağanüstü olan, olağan ülke tüm olağanlığıyla yaşamına devam ederken, olağanüstü ülkede olağan üstü bir halin uygulamaları yapılıyordu. Olağan ülke dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan felakete vah tüh çekerken, olağanüstü ülkenin insanlarının yaşadıkları karşısında üç maymun bir tavır takınmıştı.
Olağanüstü ülkenin insanları bir savaşın ortasında zorla göç ettiriliyor, bu ülkenin ağabeyleri, ablaları, babaları bir gece kolluk kuvvetleri tarafından götürülüyor ve bir daha geri dönmüyorlardı. Olağan ülkenin insanları ana akım medyanın haberleriyle içlerinde olağanüstü ülkeye karşı nefret büyütürken olağanüstü ülkenin insanları zorla göç ettirildikleri topraklardan geldikleri büyük şehirlerde, farklı dil ve kültürleriyle sağır ve dilsiz bir yaşam sürmek zorunda kalıyorlardı.

Bütün bunlar yaşanırken olağanüstü ülkenin bir de çocukları vardı. Savaş sesleriyle yaşamaya alışmış, gördükleri silahların, tankların, tüfeklerin oyuncak olamayacağını bilerek büyüyorlardı. Olağan ülke onlara öğretmen gönderiyordu, onlar koşulsuzca sevdikleri öğretmenlerinin onlar için ne anlama geldiğinin farkında bile değillerdi. 1990’lı yıllardı bu coğrafyada iki tane ülke vardı, olağanüstü ülke ve olağan ülke, olağan ülkenin çocukları tüm dünya çocuklarıyla birlikte “bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” çığlıkları atarken, olağanüstü ülkenin çocuklarından, ne dünyanın ne de olağan ülkenin haberi vardı. Bu yıllara tanıklık edenler ancak bütün bu olanların farkındaydı. Bir arkadaşım sayesinde haberdar olduğum,  bu dönemde olağanüstü ülkede öğretmenlik yapmış bir öğretmenin mektubundan bahsedeceğim şimdi sizlere ve böylece daha iyi anlatabileceğim olağanüstü ülkenin çocuklarını, şöyle başlıyor mektup:
Ben 1996 ve 99 yılları arasında Siirt’te bir yatılı okulda görev yapan, Giresunlu bir öğretmenim. Şuan 46 yaşımdayım. Aslım Laz. Ve şuan hala aktif meslek hayatıma devam ediyorum.
Aklıma her geldiğinde beni derinden üzen, vicdanımı sızlatan, bazen ağlatan, pişmanlığa boğan o 3 yılda yaşadıklarımı, yaptıklarımı ve bizden yapılmasını istenenleri büyük bir vicdan azabı içinde anlatacağım
Olağanüstü ülkede öğretmenlik yapmış bu öğretmenimiz en azından vicdan kelimesinin anlamını öğrenmiş o çocuklardan, devletlerin politikalarından habersiz, oyun edasıyla yaşamını sürdüren o küçük insanların suçsuzluğunu fark etmiş bu nedenle bu giriş cümlesinin en önemli kelimesi vicdan… Şöyle devam ediyor mektup:
Okulumuzun öğrencileri tamamen Kürt öğrencilerden oluşuyordu. Çevre köylerden geliyorlardı. Henüz yaşları çok küçük olanlar da vardı. Büyük olanlar da. Kimileri de yaşıtlarının çok çok üstündeydi. Onlar da okula geç başlayanlardı…
Kendi köyünde ilkokulu bitirip ortaokul için Yatılı okula gelenlerin çoğu Türkçe bilmezdi. Türkçeyi bilmeden nasıl geçtiniz derslerden dediğimizde, buna bile cevap veremiyorlardı. Soruyu belki anlıyorlardı ama telaffuz edemiyorlardı.
Ben üniversitede ülkü ocaklarına gitmiştim, vatanımı milletimi ve bayrağımın bütünlüğünü bozan her şeye karışıydım. Dilimiz Türkçeydi ve bu yüzden Kürtçe konuşan daha doğrusu Türkçe bilmeyen o öğrencilerden nefret ediyordum. Bazen kafamda onları yok etmenin hesaplarını yapıyordum
Olağan ülkeden gelen bu öğretmen kendisinin de çok suçu olmayan o tekilci ulus devlet politikalarından besleniyordu. Ulus devletler için tek, dil, tek din, tek kültür, tek bayraktı esas olan, her türlü çoğulluğu reddeden,  bu ideolojiyle beslenen olağan ülke insanları için tek bir dil vardı o da Türkçe bu nedenle bu coğrafyada başka bir dil olması, konuşulması tahammül bile edilemez bir durumdu. Ve okul o ideolojinin yaygınlaşmasını en iyi sağlayan biçimleme kurumlarındandı. Öğretmenin görevi farklı olanı farksız hale getirip, tek bir kalıba sokmaktı, bu nedenle bu öğretmenin de yaptığı devletin ideolojisini uygulamaktı ki kendisi de bu ideolojiyle büyütülmüş bir olağan ülke insanıydı. Ve devam ediyor öğretmenimiz:
Hiç aklımdan gitmeyen bir olay var. Ve aklıma geldikçe kahroluyorum. Ve inanın bu satırları yazarken ağlıyorum. Bir öğrencim arkadaşına Kürtçe vara vara( gel gel) dediğini duydum ve merdivenlerin başında yanına yaklaştığım gibi bütün gücümle ona tokat attım. Merdivenlerden düşüp kolu kırıldı. Ona niçin tokat attığımı bile bilmiyordu. Acı içinde feryat figan ağlıyordu. Arabam vardı. Hemen arabayı getirip onu hastaneye götürdük. Yolda merdivenlerden kendim düştüm demesini istedim. Fazla zorlamadım yine de. O da beni çok sevdiği için bunu kabul etti ve doktor ne oldu sana dediğinde yarı Türkçe yarı Kürtçeyle arkadaşımla şakalaşırken merdivenlerden düştüm dedi.
Çünkü o çocuktu ne olağan ülkenin ulus devlet politikalarından ne de ona yapılmak istenenden haberi vardı, olağan ülkenin ona gönderdiği öğretmenini karşılıksız seviyordu çünkü o onun için kalkıp gelmişti, herkesin unuttuğu ama devletin ve militarizmin unutmadığı o coğrafyaya, onun görevi ona dilini unutturmaktı, onu, Kürtçe doğduğu o yaşama Türkçe olarak katmaktı. Ancak çocuklar için böyle bir şey yoktu, onlar hele öğretmenlerinin onlara kötülük yapacağını hiç düşünemeyecek kadar çocuktular…Ve şöyle devam ediyor mektup:
Vedalaşırken arkamdan bir sürü öğrencim ağıt yakarcasına ağlıyordu. Belki o sahneydi beni insanlığımı bulmaya iten. Hiç unutmadım ama hiç o sahneyi. Yıllarca düşman gözüyle baktığım, dilini yasakladığım, asimile etmeye çalıştığım, varlığını kendi varlığıma adatması için baskı uyguladığım o öğrencilerim, ben onlardan ayrılıyordum diye hıçkıra hıçkıra ağlayıp, ne olur gitmeyin öğretmenim, ne olur gitmeyin öğretmenim diyorlardı…Oysa hemen öncesinde onlarla vedalaşırken, içten sarılmamıştım onlara, onlara sarılırken bile aklımda başka hesaplar vardı.
Ve onların arabamın ardından ağlayarak koştuklarını görünce, frene basıp, bütün kinimi, nefretimi içimden çıkardım. Sizin olsun bayrağınız dedim, vatan da sizin olsun her şey de…Ve kapıyı açıp, geri koşarak, hepsine onları yüreğime basarcasına sarıldım. Sizi çok seviyorum dedim. Hem de çok. Siz benim evlatlarım ve kardeşlerimsiniz. Sizi çok seviyorum. Ne olur beni affedin. Hakkınızı helal edin. Ve bir çocuk gibi boylarının seviyesine inip onlarla ağladım…
O gün anladım. İnsanlığın her şeyden daha değerli olduğunu. O gün anladım sevginin ne kadar güzel olduğunu. İşte o gün anladım kimsenin rengine, diline, ırkına bakmadan insanları sevmenin ne kadar lezzetli bir şey olduğunu. Ve bir de şuan bu satırları yazarken,
bütün o öğrencilerimden ve ailelerinden özür diliyorum. Biliyorum öbür dünyada Allah onlara yaptıklarımın hesabını soracak bana.
Ne olur hakkınızı helal edin…
Buna ihtiyacım var.
” (L.D.Y)
Olağan ülkeden olağanüstü ülkeye gönderilen bu öğretmenin mektubu aslında o dönem o bölgede yaşanan pek çok şeyin özeti gibi kadın, çocuk, yaşlı fark etmeden uygulanan o politikalar ve o savaşın gölgesinde büyüyen çocuklar, dillerinin birileri tarafından kusur olduğunu bilmeden, onlara gönderilen öğretmenlerini karşılıksızca seven, devletten ve politikalarından habersiz sadece sevmeyi bilen o yürekler, bilmiyoruz af edebilecekler mi? Yaşadıklarından,  belleklerinde yer eden o acı anılardan, izlerden kurtulabilecekler mi? Hani çocuk bayramı denilen bu günde bayram yapabilecekler mi? Bütün bu soruların cevaplarını onlar verecek, ancak büyük harflerle barışı konuştuğumuz bu günlerde bu öğretmenin yaptığı gibi yüzleşilebilirse acılarla, tüm biçimlenmiş ideolojilerden kurtulup af dilenebilirse, bir umut olur belki ama önce af dilemek ve af edilmeyi beklemek gerekiyor, o olağanüstü ülkenin bayramsız çocukları belki affederler ama siz devletsiz, politikasız, ȃkilsiz yalnızca vicdanla özür dilemeyi bilirseniz…
Mektubun tamamı için: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=567136459984958&set=a.393284690703470.96852.393217850710154&type=1&theater

Emek Erez / radikal.blog

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder