Devletin zayıf eli
Devletin sağ eli, bu çocuklara kör ve sağırdır; sol eliyse çok cılız, çok zayıf: Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (SHÇEK) verilerine göre, Türkiye’deki sokak çocuklarının tam sayısı hakkında net bir bilgi yok. İstanbul’da 625 bin çocuk, sokak çocuğu olma riskiyle karşı karşıya. 0-6 yaş arası 300 kadar çocuk, anneleriyle birlikte cezaevinde. 14-18 yaş arasında 2 bin 300 çocuk da çeşitli suçlardan hapiste. 15 yaşından küçük 4.9 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında. Sokakta çalışma yaşı 7 ile 11 arasında. TBMM’deki kayıp ve mağdur çocuklarla ilgili araştırma komisyonunun geçen yılki raporuna göre haber alınamayan çocuk sayısı 2 binleri geçmiş.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre, yaklaşık 17 milyon çocuğun 1 milyonu çalışıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre de yılda ortalama 7 bin çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.
Söylemdeki ‘insan’lık
Mesele sadece ‘çocuklar’ da değil. Olanaksızlık içindeki kişi ya da gruplara yönelik bu dikkatsizlik, kırıcı boyutlara varabiliyor:
Daha eylül ayında, Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde Müjgan Serkan Karagöz Mesleki ve Özel Eğitim Merkezi’nin açılış törenine katılan AK Parti Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut, hükümetinin engelliler için yaptığı işleri hatırlatarak şöyle deyivermişti: “2005 yılında çıkardığımız yasa ile biz engellileri insan yerine koyduk, adam yerine koyduk.”
Devletin ‘sol eli’nin yaptığını, iktidarın sağ aklı dillendirince her şey berbat olmuyor mu? Fakat engelliler de çocuklar, kadınlar, mülteciler ve azınlıklar gibi, paternalist aklın ruhu tarafından kolay kolay benimsenemiyor. ‘Adam, insan’ yerine ‘konuluyor’lar, öyle olmama ihtimalini hatırlatmanın daha kolay bir yolunu bilen var mı? Milletvekili, övündüğü tutum ve zihniyet değişikliğinin henüz sindirilmediğini daha iyi ifade edemezdi; delilini içinde taşıyan beyanıyla...
Çok önce, Sağlık Bakanlığı döneminde Recep Akdağ, maaşından yakınan bir görme engelliye, “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz” diye çıkışmıştı. ‘Sağlık’ durumu ayrımcılığının, ırk, din, dil ayrımcılığından farkı olmadığını gösteren çarpıcı bir vakaydı. Hakkını yemeyelim, Recep Akdağ özür dilemişti. Yorgunluktan olduğunu söylemişti. Fakat Akdağ’ın özrü, bu neredeyse kemikleşmiş bakışı düzeltmeye yetmemiş anlaşılan. Yetmez çünkü yapısal bir bakış bu. Bir kişinin özrü en fazla kendisini kurtarır, kurtarırsa.
Bursa Valiliği’nin yazısı
Bedensel duruma ilişkin ayrımcılık, etnik zeminde daha vahim, daha kalıcı örneklerle kendini dışa vurur. Hükümetin demokrasi paketinde ‘okul, ev, eğitim’ vaatleri verilen Romanlara yönelik Bursa Valiliği’nin skandal yazısı, açılımın tüm pırıltısını çöpe atacak kadar önemli ve çarpıcıydı. Açılımın açılım olması için bu zihniyetin derhal cezalandırıldığını görmek gerekirdi, fakat hayır bunu göremedik. Valilik, TBMM Dilekçe Komisyonu’na yolladığı rapordaki çirkin sözler nedeniyle Roman vatandaşları üzdüğü için üzüldüğünü, konunun emniyet raporlarından kaynaklandığını açıkladı. O kadar. Ne hükümet valiliğe ne de valilik emniyet ya da işte kim yapmışsa ona bir yaptırım uygulamaya yöneldi.
Kadim alışkanlıklar
Örnekler çok. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın bir hasta yurttaşla akçeli diyaloğu da bu çerçevede önemliydi. İlaç temini için yardım isteyen kanser hastası kadının cebine para koyup, “Düşürme” diye de uyarmıştı. Kadın parayı geri vermiş, “Ben dilenci değilim. Tedavi için yardım istedim” demişti. O mesele de ‘yanlış anlaşılma, üzüntü beyanı’yla filan unutulup gitti. Şehircilik Bakanı’nın hastaya yönelik tutumunun Sağlık Bakanı’nın boyacı çocuğa dair tutumuyla ilişkisi de yapısal. Aslında halka karşı ‘örnek tutum’ sergileyebilecek bu enstantanelerin kötü örneklere dönüşmesi kişisel yeterlilikleriyle ilgili bir sorundan değil, yetkililerin topluma ve bireylere bakışlarına hâkim kodları yüzünden. Alt sınıflara, ezeli dışlanmışlara, hastalığa ya da bedensel yetersizliğe yönelik kadim tutumlar çıkıveriyor su yüzüne.
Yeni egemenlerin topluma ve bireylere bakışının kodlarını taşıyan bu vakalar, her hiyerarşik yapıda olduğu gibi en yetkin ifadelerini, çarkın zirvesindeki kişi ya da kişilerde buluyor. ‘Demokrasi Paketi’ açıklandıktan sonraki tartışma kalabalığı içinde Yetvart Danzikyan’ın (Agos gazetesinin 11 Ekim 2013 sayısında) berraklaştırdığı bir söylem, son günlerin en iyi örneklerinden biriydi. İki alıntısı çok önemliydi:
“Onların bir yetimhanesi vardı, Büyükada’da. Muhteşem bir yer. Biz, hemen, dava görüldü, kendilerine teslim ettik. O günden bugüne de hâlâ inşaata başlayamadılar.”
Ve
“Ülkemden de bazı insanlar çıkıyor, ‘Başbakanımız bunu da çözseydi’ diyor. Kusura bakma ya. Sen kimin bu noktada sözcülüğüne soyunuyorsun? Bu noktada hak neyse ona bakacağız. Biz Sümela Manastırı’nı bunlara ayin için açtık, öbür tarafta Tarsus’takini açtık, öbür tarafta Van Akdamar’ı kendimiz inşa ettik, açtık. İnsaf edin ya. Bütün bunları sen yap yap... Eee?”
Mevzu, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması: Onlar, bunlar denilenler de Ortodoks yurttaşlarımız. (Vurgular, Danzikyan’ın metni okumasına atfen yapıldı; dışlayıcı tonu, üstten edayı ve bunların inciticiliğini çok güzel gösteren yazının tamamını okumakta yarar var.)
Eski egemenlerin dışlayıcı elitizmini yerden yere vururken, yenilerin onlarla kimi yerde örtüşen, kimi yerde örtüşmeyen dışlayıcı elitizmini unutmamalıyız: Egemenler, lehtarı oldukları, dayandıkları veya güç aldıkları kişi ya da gruplar dahil, hepsini kendi kodları çerçevesinde yeniden hiyerarşilendirir. Bunu yaparken kullandığı tuhaf dilde sorun görmez. Büyük lafların geri planında beliren bu tuhaflıklar itiraz gördüğü ölçüde ‘gaf’ olarak adlandırılır, görmediğinde güçsüzler aleyhine sürer gider.
Ali Topuz / radikal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder