Site içi arama

Bir sapkınlık olarak annelik | Estela Welldon


Tuhaf gelse de annelik, kimi kadının eline, çocuklarına karşı sapkın ve saptırıcı tutumlar takınmak ve kendi annesine misilleme yapmak için mükemmel bir araç verir.
Normal çocuk gelişiminin öncelikle sağlıklı bir annelik tutumu­na dayandığına inanılır. Sağlıklı annelik tutumunda, anne, bebeği­ne bakmaktan ve bebeğin kendi eşsiz özelliklerini taşıyan, bağım­sız ve kendinden emin bir insan olarak yetişmesine yardımcı olma sürecinden büyük haz duyar. (Winnicott, (1965), bebeklerin ancak “yeterince iyi annelik” sayesinde “gerçek benlik”ine kavuşabile­ceğini söyler.) Ne yazık ki bunu söylemesi kolay, ama yapması zor­dur; çünkü anne de bir annenin kızıdır, ve bu annenin de kendisine ait çok sayıda erken yaşantıları ve travmaları olabilir. Chodorow’un ifadesiyle, “kadınların anneliği, kuşaklar boyunca üretilir” (1978, s. 3). Blum da ona katılır ve şöyle der: “Anne, çocuğun mutlak ba­ğımlılığı sona erdikten sonra, bir sonraki kuşağın yetişkinlik yaşa­mında da büyükanneliğin annelik özelliklerinde de annelik yapma­yı sürdürür” (1980, s. 95).
Psikanalizde “sapkınlık” sözcüğü, yalnızca cinsellikle ilişkili olarak kullanılır, ama Laplanche ve Pontalis’in belirttiği gibi, terim, Freud’dan önce, “içgüdü sapmaları”nı göstermek için kullanılıyor­du. Yine Laplanche ve Pontalis’e göre, “içgüdülerin çoğulluğunu kabul eden yazarlar, sapkınlık kategorisini çok geniş tutmak ve ona çok sayıda biçim vermek zorundadırlar, örneğin: “ahlâk duygusu” sapkınlıkları (suçluluk), “toplumsal içgüdü” sapkınlıkları (fahişe­lik), “beslenme içgüdüsü” sapkınlıkları (aşırı yeme, alkol düşkünlüğü)” (1973, s. 307).

Yine de içgüdü kavramının beslenme ve al­kol düşkünlüğündeki gibi kullanımlara kadar genişletildiğinin görülebilmesine karşın, “normal”de çok yaygın ve rastgele kullanılan bir terim olan “annelik içgüdüsü”nün sapkınlığından söz edilme­mesi tuhaftır. Bir başka deyişle, “sapkın annelik” neredeyse hiç kabul edilmemiştir. Bu durumun bir istisnasına J.N. Rosen’da rast­lanır; Rosen, çok etkileyici biçimde şöyle demiştir:

Annelik içgüdüsü sapkınlığı kavramı, şizofreninin etiyolojisi hakkında gözlemlediğim bütün gerçeklere uyar. Şizofreni hastalarının anneleri­nin davranışlarına da uyar, psikotik hastalardan elde edilen malzeme­ye de uyar ve biyolojik bir yasa olan her içgüdünün kendisini ifade ederken sapkınlığa tâbi olabilmesine de uyar. Türlü çeşitli içgüdüleri gözden geçirdikten sonra, bu yasaya tâbi olmayan tek bir içgüdü dü­şünemiyorum. Sapkınlık adını verdiğimiz hatalı amaç-nesne ilişkisine uyacak biçimde yön değiştirmeyecek tek bir içgüdü düşünemiyorum. Bebeğinin niçin ağladığını anlamasını sağlayan ve bebeği yeniden hoşnutluk dünyasına döndürmeye olanak veren ilahi alışkanlıkla ödül­lendirilmemiş sapkın anne, çocuğunu zehirler. Ama çocuk büyümek zorundadır ve annede sapkın bir annelik içgüdüsü varsa, çocuk daha en baştan itibaren zayıflamış bir psikoseksüel temel üzerine inşa edil­mek zorunda kalır. (1953, ss. 100-1).

Rosen, şizofreninin etiyolojisi ve “sapkın anne”nin etkilerinden za­rar görmüş bebeği/yetişkini anlamakla ilgilenirken, ben sapkın anenin davranışlarıyla ilgileniyorum.

Bu bölümde, bir sapkınlık olarak anneliğe ve bunun sonuçları­na ilişkin bulgular ele alınmaktadır. Bu yorumlar, klinik malzeme­lerle desteklenmektedir.

Bu süreci açıklamaya çalışırken iki ayrı dizi kanıttan yararlana­cağım. İlk dizide, annesiyle ilk çocukluk yaşantılarını anlatan ve o dönemde yaşadığı kuşatılmayı ve bağımlılığı aktarımları sırasında yeniden yaşayan yetişkin erkek hastalar var. Bunlar, kendi geçmiş yaşantılarını yeniden yaşama geçirmesini ya da canlandırmasını te­rapistten beklerler. Bu bağlamda, normal bebek gelişiminde “sembiyoz” (ortak yaşam) ve “ayrılma/bireyleşme” devreleri hakkında Mahler’in (1963) ve “çekirdek kompleks” konusunda Glasser’in (1979) çalışmasından bilgi alabiliriz.

Çekirdek kompleksinde, bir başka insanla en özel yakınlığa dair derine yerleşmiş ve yaygın bir özlem duyulur ve bu özlem, “birleşme”ye, bir “birlik durumu”na, “mutlu bir birlik”e karşılık gelir. Bu, asla gerçekleşmez, bunun ne­deni kısmen, böyle bir insanın bir başkasına duygusal açıdan yakın olma fırsatı olduğunda kimliğini tehdit altında hissederek geri çe­kilmesidir (ss. 278-80). Aktarım sürecinde bu, çok belirgindir. Söz konusu süreçte, hasta, ne kendisinden ayrılmasına ne de bireyleş­mesine izin veren annesiyle başlayan bir birleşme tahayyülünü ye­niden yaşama geçirir. Bence bu birleşme arzusu, Klein’ın varsaydı­ğı gibi, kıskançlığa karşı bir savunma değildir, aksine, Hopper’in (1986) öne sürdüğü gibi, cinsel gücünü yitirme korkusuna ya da yok edilme ve çaresizlikle ilişkili kaygılara karşı bir savunmadır; ve kıskançlığın arkasından gelmesi ya da kıskançlıktan kaynaklan­ması ne kadar olasıysa, ondan Önce gelmesi ya da ona yol açması da o kadar olasıdır.

İkinci dizide, çocuklarıyla ilişkilerinden söz eden ve çocukları üzerindeki gücünü ve denetimini nasıl kötüye kullandığını anlatan sapkın kadın hastalar vardır. Annenin akıl sağlığı çocuğunun geli­şimi açısından çok önemli bir etken olarak tekrar tekrar kendini gösterir. Bu konuda Greenson’un anlattıkları önemlidir. Greenson, beş yaşındaki transseksüel-travesti bir erkek çocuğuyla çalışmasını şöyle betimler:

Kadının toplumsal-cinsel kimliğinden emin olmasının köklerinin de er­keğin kendi toplumsal-cinsiyet kimliği konusunda duyduğu güvensiz­liğin köklerinin de anneyle ilk özdeşleşmede olduğuna inanıyorum … Anne, bu özdeşleşmemeye yol açan ya da önlenen konumda olabilir ve baba da karşı özdeşleşmede aynı şeyi yapar … Erkek çocuk anneyle öz­deşleşmenin sağladığı hazdan ve güven sağlayan yakınlıktan vazgeç­meye çalışmalı, daha az erişilebilir durumdaki babayla özdeşleşmelidir … Anne oğlunun baba kişiliğiyle özdeşleşmesine izin vermeye is­tekli olmalıdır. (1968, ss. 371 ve sonrası, vurgular bana ait)

Greenacre (1960) ve Mahler (1968), babanın, çocuğun annesiyle sembiyozu çözmesine yardım etmedeki rolüne dikkat çekmişlerdir. Baba ayrılma ve bireyleşmeyi sağlayan kişidir; ayrılma/bireyleşme sürecini kolaylaştırır.

Loevvald, Ödip öncesi dönemdeki çocuğun anne tarafından yeniden kuşatılma tehdidine karşı olumlu destekleyici gücü olarak görür babanın rolünü: “Anne tarafından kuşatılma tehdidi karşısında, babanın konumu bir diğer tehdit ya da tehlike oluşturmaz, etkili bir gücün desteğini oluşturur” (1951, s. 15).

Rascovsky ve Rascovsky, daha 1968′de, kişinin kendi çocuğu­nu öldürmesini konu alan ve artık bir klasik haline gelen çalışma­larında, ana-babanın bazı hareketlerindeki aşırılıkların bebeğe çoğu kez ciddi zararlar verdiğine dikkatimizi çekmişlerdi. Bu zararlar­dan bazıları “hamilelik ve doğumun iyiden kötüye doğru travmatik değişiklikler göstermesi, sünnet, doğal ya da yapay emzirmenin verdiği rahatsızlıklar ve özellikle de terk edilmenin nicel ve nitel değişkenleri”ydi. Adı geçen yazarlar, bu alanın psikanalitik litera­türde yadsınmasının “kuşkusuz yüzleşemeyeceğimiz kadar korkunç ve tuhaf bir gerçek olan, annenin kendi çocuğunu öldürme dürtüle­rinin kabul edilmesine karşı gösterilen evrensel direncin bir yönü” olarak görülebileceğini belirtmişlerdi (1968, s. 390, vurgular bana ait).

Aynı yazarlar daha sonraki bir çalışmalarında bebeklerin do­ğuştan gelen saldırganlığında ana-baba tavrının belirleyici rolünü vurgularlar ve insanın annesini ya da babasını öldürmesinin, “ken­di çocuğunu öldürme davranışının bir sonu olarak kabul edilmesi gerektiğini ve birincil kökeninin de bebeğin ana-babasının saldırganlığıyla özdeşleşmesine atfedilmesi gerektiğini” öne sürerler.(1972, s. 271).

Rascovskylerin bize anımsattığı bir başka gerçek de, ana-babaların çocuklarına karşı “erken yaşta ya da sürekli olarak (erk etme, zihinsel ya da fiziksel ceza, eziyet, fiziksel ya da sözlü saldırılar, [ve] acı çekmeye karşı kayıtsızlık” gibi etkin ya da edil­gen tutumlarla ifade ettiği yıkıcı davranışlardır (s. 272). Yazarlar, bu davranışlardan etkilenen çocuğun sözü edilen yaşantıları, fantezide değil gerçek ebeveynlerle çok yakından ilişkili cezalandırıcı iç nesneler olarak iç gerçekliğe dönüştürdüğünü de eklerler.

Ne var ki çocuğunu öldürmek çok eskiden beri bilinen bir şeydir ve kısmen, ana-babanın karışık duygu ve düşünceleriyle ilgilidir. Blum’un belirttiği gibi, “bebek öldürmenin ya da çocuk kurban et­menin, kötü davranılmış bebek ve hırpalanmış çocukta görülen tü­rev ifadelerinin bütün tarihsel ve psikolojik anıştırmaları, ancak bu yüzyılda; yani çocuğun ya da psikanalizin yüzyılı diyeceğimiz dönemde derinlemesine incelenmiştir … Psikanaliz aslında çocuk­lar ve ana-babalardaki evrensel ensest çatışmalarının keşfedilme­sinden önce, çocuk tacizinin incelenmesiyle başlamıştır.” Blum, ayrıca, “çocuğun toplumsallaşma gereksinimlerinin ana-babanın antisosyal dürtülerini boşaltması için bir hedef olarak kolayca kul­lanılabileceğini” öne sürer … “Sonsuz güce sahip olan ana-baba, çocukla girdiği güç çatışmalarında yengi kazanacağından emin ola­bilir” (1980, ss. 109-10).

Benedek’e göre, “Annelikteki bozukluk, sembiyotik ilişkiyi bir kısır döngüye dönüştürebilir. Bu, nesnelerin ve benlik simgelerinin, saldırgan ruhsal enerjiyle yüklenmiş çocuğun içinde dış gerçeklik­ten iç gerçekliğe dönüştürülmesine yol açar” (1959, s. 397).

Kötü muameleye maruz kalan bebeklerin, annelerinin kötü dav­ranışlarına nasıl tamamlayıcı bir biçimde tepki verdiğini görmek şaşırtıcıdır: Görünüşe bakılırsa bebek bunu hayatta kalmak için ya­par. Annesini ve dolayısıyla kendi varlığını yitirmekten korkar. Blum (1980), bu amaç doğrultusunda Kernberg’in (1975) betimle­diği parçalanma düzeneğini şöyle anlar: “Çocuk cezalandırıcı ana-babayı, savunmacı bir biçimde idealleştirebilir ya da bir ‘iyi nesne’ imgesinden parçalayarak ayırır. Alçaltılan cezalandırıcı ana-babayla özdeşleştirilen ‘alçaltılmış, kötü benlik’, genellikle bastırılır. Çelişkili ego idealleri, bilinçte tutarsızlıkların tam anlamıyla farkında olmaktan savunucu biçimde sakınılan ‘dikey parçalanma’da sürdü­rülebilir” (Blum, s. 111). Ne de olsa çocuk, hayatta kalmak için başlangıçta ana-baba tarafından sağlanan bir “yardımcı ego”ya (Spitz, 1946, 1951) dayanır.

Bu, ana-baba-çocuk ilişkisinin etkile­riyle ilgili pek çok çalışmada gözlenmiştir (Bakınız örneğin, Bowlby, 1951, 1958; Bowlby ve ark., 1956; Burlingham ve Freud, 1943).

Benzer bir süreç, sınır kişiliğin etiyolojisinde annenin rolü­nü anlatan Masterson ve Rinsley (1975) tarafından betimlenmiştir. Yazarlar, annenin cinsel içgüdüsünün erişilebilirliği (ödül) ile bu­nun ayrılma/bireyleşme döneminde geri alınması arasındaki değişi­min bebek üzerindeki etkilerini vurgularlar. Gelecekte sınır kişilik olacak bebek, annesinin ödüllerine ayrılmayı reddederek tepki ve­rir. Yalnızca bu bile, çocuğun anne yarı nesnesiyle yeniden birleş­me hayallerini ifade ettiğini doğrular ve eğer çocuk bireyleşme ce­saretini gösterirse, terk edilme korkularını ve bağımlılığını destek­ler. Lothstein (1979) benzer bulgular elde etmiştir. Lothstein, kadın ve erkek transseksüellerin annelerine ilişkin çalışmalarında, trans-seksüelliğin etiyolojisinde annenin rolünü vurgular: “Bu anneler, oğlunun kendinden ayrılmasına ve erkek özdeşlemesiyle bireyleş­mesine katlanamazlar ve oğluyla ilişkisini oğlunun kadın özdeşleş­mesi üzerinden sürdürürler. Erkek çocuğun cinsiyet ayrılığını, ken­di kişisel bütünlüğüne bir tehdit olarak algılıyor gibidirler.” Loths­tein, transseksüel olan kız çocuklarının yetiştirilmesinde iş gören bir süreci de şöyle betimler:

Bu anneler kızının uzun süreli ve süregiden özdeşleşmesini de kendi ki­şisel bütünlüğüne bir tehdit olarak görür. Kızını kadın özdeşleşmesinin dışına etkin biçimde iterek kendini sembiyotik birleşmeye ve gerileme­ye karşı koruyor gibi görünürler. Klinik verilerimiz, kız çocuklarının erkeklerle özdeşleşmesinin de hem kendilerinin hem de annelerinin birbirlerini öldürme isteğini ortadan kaldırmayı amaçladığı için, kıs-menrsqvunmacı olabileceğini öne sürer. (s. 221)

Lothstein, daha sonra annenin “çocuğunun toplumsal-cinsiyet kim­liklerinden birini bozma eğiliminin, çocuğun cinselliğinin, kendi evliliğindeki sıkıntılar kendi annesiyle o sıralardaki ilişkisi ve kendi içindeki biseksüel çatışmanın bir işlevi olarak değişiklik göstereceği” varsayımını öne sürer (s. 222, vurgu bana ait). Bu çocuklar yatta kalmanın tek yolu olarak annesinin isteklerine, uyarlar ve böylece, yapısal ego bozuklukları ve ego zayıflıkları olan sahte bir benlik duygusu yaratırlar.

Benedek’in ifadesiyle, “Psikanaliz, ana-babaların, çocuğun davranışlarını ve bilinçsiz güdülenmelerini tahmin ederek çocukla­rla karşı kendi bilinçdışı güdülenmelerinin farkına varmaya başladıklarını gösterir … Öyle görünüyor ki, ana-babalar ve çocuklar tıpkı paranoitler gibi kaygıyla öngördükleri ve kaçınmayı amaç la­kları şeylere ulaşıyorlar” (1959, s. 406).

Çocukluğunda kendi süperegosuna boyun eğen cezalandırıcı bir neyle mücadele etmiş olan kadın, saldırgan anneyle özdeşleşir ve nu düş kırıklığına uğratan ve yoksun bırakan çocuğa kolaylıkla saldırabilir (Steele, 1970). Kadın, annelik yapması için gereken bilinçsiz güdülenmelerini çocuğunun karşılamadığını hisseder.

Şimdi bu sürecin işlenmemiş psikolojik temelini, bildiğimiz ünlük yaşam açısından inceleyelim. Hatalarımızdan ders aldığımız genel olarak kabul edilir; ama işin o kadar kolay fark edilmeyen yanı, “hatalar”ın yaşamın erken devrelerinde geçirdiğimiz yaşantılarla bilinçsiz bir biçimde bağlantılı olduğudur. Bu nedenle yaşamımızda birdenbire ve beklenmedik bir biçimde ortaya çıkıveren sözlerin ya da eylemlerin anlamını fark etmeyebiliriz. Bunlar, özellikle anne baba olduğumuzda üzerimizde güçlü etkiler yapar. Kendimize ilişkin zihinsel simgelerimize yabancılaştığımızı hisseder e onları yitirmekten korkarız. Örneğin, kendi ana-babasıyla acı olu ve aşağılayıcı yaşantıları olan insanlar, kendileri, asla böyle davranmamaya gizlice söz vermişlerdir. Ne var ki bilinçdışı bize acımasızca oyunlar oynar ve içimizden bize ait olduğunu fark etmediğimiz bir şey hiçbir uyarıda bulunmadan ortaya çıkıp bizi gafil avlar. Bunun ana-babamızdan geldiğine inanırız. Annemizin ya da babamızın kaçınmak için o kadar özenle çaba harcadığımız o korkunç sesi ya da eylemi, kendi çocuklarımızla ilişkilerimizde büyük bir güçle kendini yeniden gösterir ve o anda suçluluk ve utanç duymaya başlarız.

Kaynak: Anne Melek mi Yosma mı, Ayrıntı Yayınları, S. 77-83

Alıntı: Sivildenemeler