Doğum anı, tasviri en çok yapılmış anlardan birisidir. Courbet'in 'Dünyanın Kaynağı' isimli resmi ile doğum anı arasındaki mesafe bir saniyedir. Doğum anı kadınlık durumunun içinde taşıdığı tezatlığın bir simulasyonu gibidir. Doğum anı, özgürlük ve esareti aynı anda içinde barındırır. Doğan çocuk göbek bağının kesilmesiyle özgür kılınırken, doğuran kadın da onun esiri olur. Yani bir anlamda kendi doğumu esnasında annesi tarafından özgür kılınan kadın, bu özgürlüğü çocuğuna iletirken kendi gönüllü esaretini de başlatır.
Özgürlük kavramı öznel tanımlamalara açık olduğu için zor bir kavram. Özgürlük deyince ben Eflatun'un ünlü Devlet çalışmasında tasvir ettiği mağarayı düşünüyorum. Bilindiği gibi mağaranın içinde vücutlarından duvara bağlı olan esirlerin arkalarından bir ışık gelir ve gölgelerini karşıdaki duvara yansıtır. Esirler ışığı göremedikleri için gölgelerinin de ne olduğunu bilmezler. Ta ki gün gelir, bağlar çözülür, esirler kafalarını arkaya dönerler ve ışığı görürler. İşte özgürlük o anda başlar ve verdiği ilk duygu, göz kamaşması yani acıdır. Gözleri kamaşan kimi esirler tekrar vücutlarından duvara bağlanmayı bile düşünürler, çünkü ışık ile gölge ve kendileri arasındaki bağlantıyı hemen kuramazlar, kafaları karışır. Demek ki özgürlük cesaret işidir. Işığa gözünü dikip bakma cesaretini gerektirir. Dolayısı ile de özgürlük zordur, herkesin harcında yoktur. Kimileri ömürlerini rahat koltuklarında geçirmeyi ışığa bakmaya yeğlerler.
Kadınlık durumu hemen hemen her yönüyle tezatlıklar içerir. Kadınların yaşamlarının tezatlıklar ile bezenmiş olmasının en temel nedeni kamusal alan ile özel alan arasında yaptıkları ip cambazlığıdır. Kamusal alan ifadesi ile evin dışına göndermeler yaparken,özel alan ile evin içini kastederiz. Modernliğin tarihi bu iki alanın birbirinden kopmasının da tarihidir. Örneğin modern siyaset, dinleri, etnik farklılıkları,cins ayrımlarını evin içine havale ederek, kamusal alanı bunlardan arındırmaya ve bunların üstünde, homojenleşmiş vatandaşlar yaratmaya çalıştı. Kısacası insanlara, dini vecibelerinizi evin içinde yerine getirin ve bunları kamusal alana taşımayın mesajı verildi. Etnik farklılıklar kamusal alanda teslim edilmedi, yok varsayıldı. Erkekler modernliğin homojenleştirici potasında vatandaş haline gelirlerken, özel alan kadınlar için temel dünya olma özelliğini korudu, kadınlar kamusal alana çıksalar bile bir ayaklarını hep özel alanda tutmak zorunda kaldılar.İşte bu sebeple olsa gerek, özel alanın kaygılarını siyasete ilk taşıyanlar 1960'lı yılların kadın hareketinin öncüleri oldular. Özel alanı siyasal ilan eden de yine bu kadınlardı.
Bu denli özel alana hapsedilmiş olmalarına rağmen, kadınların özel yaşamları da çoğu kez kendilerine ait değil. Yaşam onlara başkalarının dertlerini kendine dert etmeyi öğretti, başkalarının (çoğu kez sevdiklerinin bile olsa) ne yiyip içeceğinden onları mesul kıldı. Fazla hırslı olduklarında erkeğe benzetildiler, fazla kırılgan olduklarında beceriksizlikle suçlandılar bir yaşam boyu. Kadınlık başlı başına bir ip cambazlığıdır aslında. Hem kadın gibi olmayı seçip hem de hırslı, başarılı olan kadınlar o kadar azdır ki. Hem onların kaderi de eninde sonunda kadınlık durumunun onları mahkûm ettiği özel alanda diğer kadınların kaderi ile örtüşür. Eleştirildikleri zamanlarda da genellikle namuslarına, ahlâklarına dil uzatılır. Öylesine kolaydır kadınları harcamak. Fazla eğlenen kadın ahlâksız, fazla ciddi kadın suratsız, fazla akıllı kadın tehlikeli, fazla süslü kadın fesat addedilir. Kadınlar bu sınırları çok küçükken öğrenirler.
Evin içinin sorumlusu kadının, o evin içinde kendi kendisine kaldığı bir mekânı yoktur çoğu zaman. Okuduğum en etkileyici kadın öykülerinden biri, Doris Lessing'in 19 Numaralı Oda'sıdır. Bu öyküde, mutlu bir evliliği ve dört çocuğu olan bir kadın vardır. Herkes ona 'hele çocuklar bir okula başlasınlar, senin elinden çıksınlar, tekrar iş hayatına dönebilirsin' der. Ancak yaptığı doğumlar ile birlikte adeta içi boşalmış olan kadın 'çocuklar elinden çıkınca' var olma nedenini yitirir. Hem çocukların onun elinde olduğu günleri özler hem de doğurmadan önce olduğu gibi özgür olmayı yeniden ister. Bu arayışlarını hiç kimse ile konuşamaz. Çünkü onun her şeyi vardır ve bu arayışlar şımarıklık olarak görülebilir. Kendisine gündelik olarak tuttuğu bir otel odasına (19 Numaralı Oda) gitmeye başlar. Burada hergün birkaç saat oturur, kendi kendisi ile kalır. Hiç kimsenin nerede olduğunu bilmemesinden dolayı kendisini özgür hisseder. Sonunda peşine düşen kocasının aklına ilk olarak karısının bir başkası ile ilişkisi olduğu gelir. (Bu arada kocanın zaten başkasıyla ilişkisi vardır). Kadın da kendi kendisiyle kalmak istediğini söylemektense bir başkasıyla ilişkisi olduğunu söylemeyi tercih eder. Çünkü toplumda daha normal olarak beklenen davranış budur. Hergün birkaç saat bir otel odasına kaybolan bir kadının kendi kendisi ile yalnız kalmak istediğini dile getirmesi olsa olsa delilik olarak görülür. Virginia Woolf da kadınlara benzer bir mesajı iletir. 'Kendine Ait Bir Oda'da, kadınları yalnız kalıp kendilerini dinleyebilecekleri bir mekana davet eder. O mekân kadına aittir ve o mekânda başkalarının ne diyeceğine aldırmadan yazabilir. Aslında zaten kendine ait olmak da başkalarının ne diyeceğine aldırmamak ile ilgilidir.
Kadınlar doğururken bir çeşit esarete teslim oluyorlar. Ben oğlumu doğurduğumda rehavet içinde yatarken, arkadan çıkan plasentanın bana göz kırptığını ve 'benim işim bitti şimdi sıra sende' dediğini görür/duyar gibi olmuştum. O anda annemin bana kendisinden kopararak verdiği özgürlüğü oğluma teslim ediyordum farkında olmayarak. Çünkü oğlum mağaradan çıkmış ve benim gözlerimdeki ışığa bakmıştı. Ben ise mağaranın kendisi olmuş, içimde özgürlük ve esareti birlikte barındırmaya başlamıştım. Ben gerçekten de cesur olmayı ve özgürlüğü annemden öğrendim. Bana bu özellikleri her zaman cömertçe verdi. Belki o yüzden küçükken annemin bana anlattığı hikayelerin içinde en çok onun kendi küçüklüğü ile ilgili olanları severdim. Çünkü bu hikâyelerde annem yaramaz, özgür bir kız çocuğu olurdu hep. Ve ben onu öyle hayal etmeyi çok severdim. Evet, doğan özgür doğuran ise esir oluyor. Kadınlar bunu iki yönüyle de yaşıyor. Annelik bir gönüllü esaret, bir gönül esareti... Janis Joplin, ünlü şarkısında özgürlüğün artık kaybedecek bir şeyinin kalmaması anlamına geldiğini söyler. Çocuğu olan kadınların özgürlükleri çocuklarında yaşar. Göbek bağı kesilirken çocuğun özgür, annenin ise esir olmasından söz ettik. Özgürlük ile de mağaradan çıkmayı, doğmayı, ışığı görmeyi kastettik. Benim hâlâ anlamadığım bir şey var: oğlumun gözlerine baktığımda gördüğüm ışık nedir?
Ayşe Kadıoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder