Günümüzde dünyanın
en başarılı eğitim sistemlerinden birini uyguladığı iddia
edilen Finlandiya’ya ilişkin geçen gün izlediğim bir
belgeselde, sınıf veya derslik içinde öğretmenin
müfredat, ders kitabı, öğretim materyalleri ve yöntemleri
konusunda özgür olduğu anlatılıyor; sistemin başarısının
nedenlerinden biri olarak bu durum kanıt olarak gösteriliyordu.
Yani, öğretmen, o gün sınıfa girdiğinde, biraz da
durum, koşullar, hava, öğrencilerin motivasyonu gibi
nedenlerden dolayı resmi müfredatın dışına çıkabiliyordu.
Buna da hakkı olduğu söyleniyordu. Öğretmen kendini
çeşitli otoritelerden (devlet, eğitim bakanlığı, müfredat
ve ders kitapları, müfettiş vs.) bağımsız hissettiğinde,
bu his öğrencilere de geçiyor; sonuçta keyifli,
verimli, öğrenciyi sıkmayan bir eğitim-öğretim süreci
gerçekleşiyordu.
Oysa bizde öğretmenin kendini
sınıfında, ders işlerken, bırakın özgürlüğü,
serbest hissetmesi bile çok zor. Öğretmeni,
kılık-kıyafetinden öğrenci karşısındaki duruşuna,
çeşitli görevlerinden hangi konuyu, ne zaman, hangi
kazanımları dikkate alarak işleyeceğine değin bir dolu
kısıtlayıcı kural var. Öğretmen üzerinde
sert bir baskı unsuru olan devlet ve sivil unsurlar (MEB, müfettiş,
müdür, veli, piyasa vs.), öğretimin her aşamasını
planlamada insiyatif sahibidirler. Ama öğretmen değil; zira ne
müfredat, ne de ders kitaplarının hazırlanmasında öğretmen
işin içindedir. Sözde liberal bir sistemde yaşıyoruz
ama devletin eğitim gibi ideolojik aygıt olarak sonuna kadar
kullandığı bir kurum söz konusu olunca, planlama,
merkeziyetçilik, otoriterlik gibi daha çok sosyalizmle
ilişkilendirilen değerler hemencecik devreye giriyor. Kaldı ki,
ulus-devlet geleneğinden bugüne, yani otoriter devlet imgesinin
bir heyula gibi tüm toplumu sardığı dönemlerden bugünün
kapitalist neoliberal yönetimine değin öğretmen,
“devletin okuldaki ileri karakolu” rolünü oynamaya
devam etmiştir. Söylemeye gerek yok, bir devlet ve toplum ne
kadar demokratik ve özgürse, öğretmen de sınıfta o
derece demokratik ve özgürdür.
Eğitim özgürleştirmez ve
fakat sadece özgürleşme yolunda bilinçlendirir.
Yunan asıllı Fransız filozof Nicos Poulantzas’ın
sözünün (“Fabrika dönüşmeden, eğitim
dönüşmez”) geçerliliği hala sürüyor.
Eğitimin dönüştürülmesi, elbette bilinçlerin
demokratikleşmesinden daha çok ve önce emekçilerin
maddi koşullarındaki sorunlarının (emeğini satma, artı değer
sömürüsü, üretim araçlarında özel
mülkiyet vs.) çözülmesine bağlıdır. Bu
bağlamda, öğretmenlerin öğrencilerini özgürleştirmeleri,
öncelikle kendilerinin özgürleşmelerine bağlıdır.
Fakat bu nasıl olacak?
Geçmişe göre günümüzde
öğretmeni artık baskı altında tutan daha çok güç
var. Eskiden gayet doğal olarak “aydın” kategorisinde görülen
öğretmen bugün devletin “memur”u ve piyasanın
“işgören”i konumuna evrilmiştir. Bu durum, orta sınıf,
az-çok ayrıcalıklı ve imtiyazlı bir mesleğin alt sınıfsal
konuma doğru bir yer değiştirmesidir. Toplumu aydınlanma yolunda
dönüştürmesi beklenen öğretmen, günümüzde
kendi sorunlarını çözemez bir hale düşürülmüştür.
Öğretmenin maddi şartlarındaki kötüleşme (düşen
ücret ve yaşam standardı, yoğun çalışma saatleri,
stres ve hastalıklarla boğuşma, sınav yönelimli
okul-veli-öğrenci baskısı vs.), onun bırakın özgürleşmeyi,
bilinçlenme yolunda bile kendini yeniden üretmesini
engellemektedir. Artık öğretmenin alt sınıf katında yaşayan
bir proleter olduğuna şüphe yok. Onun emeği, sadece piyasa
taleplerine vereceği yanıta göre değerlendirilmektedir.
Toplumu aydınlatma gibi bir görev yerini, teknik işlere,
proje, performans ve standartlara göre belirlenmeye başlamıştır.
Öğretmeni, tüm bu yeni şartlardan dolayı, uzmanlığa
dayalı teknik bir işgücü olsa bile, proleterleşme
sürecinde başı çeken bir emek kategorisi olarak
görebiliriz.
En başa dönersek; bugünün
Türkiyesi’nde öğretmenin sınıfındaki özgürlüğü,
öyle söylense bile, tam bir yanılsama üretir. Devlet
ve piyasa tanrısının istediği, öğretmenin kendini
sınıfında, en verimli çıktıyı (öğrenci-müşteri)
üretecek şekilde özgür hissetmesidir. Bu, öğretmeni
kısıtlayan genel koşul (kapitalizm) ve sonuçlarının
(yabancılaşma gibi) öğretmenlerce görülme
mesafesinin dışına çıkarılması yolunda sinsi bir
oyundur. Öğretmeni sınıfında gelişmiş son teknoloji
(akıllı tahta, projeksiyon, internet, tablet bilgisayar vb.) ile
donatmak, pedagojiyi yeni yaklaşım ve yöntemlerle
(Yapılandırmacılık, öğrenci merkezli eğitim,
moderatör/rehber öğretmen, çoklu zeka, toplam
kalite yönetimi, standart ve performans ölçümü
vs.) zenginleştirmek, öğretmenin bütünü (asıl
sorunu) görmesini engellemeye yönelik teknik bir bakış
açısı ve felsefenin (pragmatist bir neoliberal eğitim)
devreye sokulduğunu ima eder.
Bugün öğretmenin
öğrencisiyle sınıfında baş başa kaldığı saatlerde
gerçekleşen öğretim, son derece biçimseldir ve
özgürleşme yolunda bir bilinçlenmeye yol
açmamaktadır. Bir tür pedagojik formalizm, öğretmene,
işlevselci bir mantıkla ve kuralları üstten belirleyen
anti-demokratik bir yönetsel zihniyet çerçevesinde,
eğitim yapmayı en rasyonel yol olarak göstermektedir. Mesele
de bu: Öğretmenden beklenen, eğitim değil, teknik bir işe
indirgenen öğretimdir. Hangi bilgi ve beceri, neden, ne için,
nasıl öğretilecek; bu bilgi ve becerinin getirileri nelerdir
gibi sorular, pedagojinin basit bir öğretim noktasında
kalmasına yol açtığı için öğretmen, kendisini
özneleştirememekte ve sistemin araçsallaştırdığı
bir nesne olmaya devam etmektedir. O yüzden, öğrenci
karnelerinin sağ tarafında yer alan hal ve gidiş konusu hala çok
önemlidir. Zira öğretmenin sınıfı içinde
özgürleşmesi, büyük ölçüde bu
sosyal değerlere vurgu yapan hal ve gidişin okul ortamından tüm
toplum ölçeğine doğru genişletilmesine
bağlıdır. Elbette hal ve gidiş meselesinin emekçilerin
maddi durumlarıyla ilişkilendirilmesi koşuluyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder