Okullarda ben ve benim gibi öğretmenlerin öğrettiği birinci ders, “Ait olduğun sınıftan dışarı çıkma!”dır. Sınıfta her öğrencinin bir numarası vardır, böylece aralarından biri sınıftan dışarı çıkarsa derhal sınıfa geri dönmesi sağlanır.
Aslına bakarsanız, çocukları numaralandırıp sınıflara doldurmak benim işim değil. Öğretmen olarak benim işim, çocukların toplu olarak kapatıldıkları sınıflardan memnun olmalarını, en azından bu eziyete katlanabilmelerini sağlamak. Eğer işimi doğru dürüst yaparsam, çocuklar kendilerini başka bir yerde hayal etme fırsatı bulamazlar. Vakitlerini, daha çok, sınıf içinde kıskançlık ve korku duyguları arasında salınarak geçirirler. Belki bu arada başarısız öğrencileri ya da sınıfları küçümsemeyi de ihmal etmezler. Sınıf öyle bir yerdir ki, bir asker düzeni gibi, çoğu zaman kendi düzeni içinde devam eder. Sınıf kendi düzenini korumasını bilir. Bu düzen, önceden tasarlanmış bir “rekabet düzeni”dir aslında. İşte okulda öğrenilen birinci ders budur. Sanırım, kendinize gelmeye başladınız.
Teori düzeyinde bakıldığında aslında düzen istenen yerde rekabet istenilmez. Çünkü rekabetin düzeni bozan bir yönü vardır. Ama okulda çocuklardan hem düzene uymaları, hem de rekabet etmeleri istenir. Bir öğretmen olarak çocukları sınavlardan daha yüksek not almaları için daima sıkıştırırım. Bunu yaparken, onlara ödül olarak başarılı sınıflara geçmeyi vaat ederim. Üstü kapalı olarak da, onlara şunu telkin ederim hep: Eğer yüksek notlar alıp başarılı bir öğrenci olursanız, büyüdüğünüzde işverenler size daha iyi iş verirler. Oysa benim gerçek hayatta edindiğim tecrübe, işverenlerin diploma notuyla pek az ilgili oldukları yönündedir. Tabii, ben bu telkini çocuklara asla doğrudan yapmam. Ama gerek derslerden gerek tavırlardan çocuklar bu mesajı alırlar.
Öğrencilerin numaralanmış sınıflardan alacakları ders, kendileri için o sınıf dışında başka bir yer olmadığıdır. Eğer ait olduğun sınıfın dışına çıkarsan, bir güçlü el gelir seni alır ve tekrar sınıfına yerleştirir.
Çocuklara öğrettiğim ikinci ders, “Açıl dediğimde açılmak, kapan dediğimde kapanmaktır; tıpkı bir elektrik düğmesi gibi.” İlk ders veya son ders olması hiç farketmez, öğrencilerimden her zaman öğrettiklerime karşı yüzde yüz bir ilgi beklerim. Bunu tavizsiz talep ederim. Sıralarının yanlarında sürekli dolaşarak onlardan hep bir beklenti içinde olurum. Onları onaylama yetkimi, aralarında bir rekabet oluşması yönünde bilinçli bir şekilde kullanırım. Dersin bittiğini haber veren zil çaldığında ise, hemen tavır değiştirir ve onlardan ellerindeki işi derhal bırakmalarını isterim. Zil çaldıktan sonra onların işlerini bitirip bitirmemiş olmalarının hiçbir önemi yoktur. Zaten bu yüzden de, bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde ders saati içinde bitirilmiş, ortaya çıkarılmış önemli ve değerli bir iş yoktur. Sonra yeterli bir süre geçmeden de, onları başka bir derse hazırlık yapmaya zorlarım.
Zilden alınacak bir ders varsa, o da hiçbir işin bitirilmeye değmeyeceğidir. Okullardaki gizli mentalite, her ders bitiminde çalan zilde gizlidir. Ziller geçmiş ve gelecek algısını yok eder; her ders süresini bir aynılığa dönüştürür. Bu, tıpkı bir haritada yüksek dağlar ile hızla akan nehirlerin cansızlaştırılıp aynı şeylere dönüştürülmesine benzer. Zil sesi, her işe kayıtsızlık ve önemsizlik bulaştırır.
Öğrettiğim üçüncü derse gelince: “Çocukların özgür iradelerini önceden tasarlanmış emir zincirleriyle kuşatmaktır.” Bir öğretmen olarak okulda öğrencilerin sayısız kararına müdahale ederim. Bunu yaparken, ya bana meşru bir hak olarak verilen notla korkuturum onları. Ya da benim sınıf üzerindeki kontrolümü tehdit eden davranışlarını disipline bildirmekle geri püskürtürüm. Özellikle bu gibi durumlarda benim kararlarım birbirine ardına hızla gelir. Bunu yapmak zorunda kalırım; çünkü “bireysellik” sınıfımda sürekli kendisine bir ifade fırsatı arayışı içindedir. İşin gerçeği şu ki, bireysellik sınıflamaya dayalı tüm sistemlerin, başta da okulların baş belasıdır. Sınıf teorisi içine bir türlü oturmaz bireysellik.
Bireysellik ve bireysel tavırlar, sınıf içinde kendisini en yaygın biçimde şu şekillerde gösterir: Tuvalette serbest vakit geçirebilmek için ihtiyaç görme bahanesiyle ya da su içme bahanesiyle sınıftan kaçmak. Bazen de özgür irade, kendisini tam önümde duran öğrencinin yüzündeki kızgınlıkta, moral bozukluğunda ya da coşkuda gösterir. Ki bunların çoğu genellikle sınıfta benim görüş alanımın dışındaki olaylardan beslenir. Bu gibi durumlarda öğrenciye herhangi bir hak verilmez. Ancak haklarından bazılarına kısıtlama getirilebilir.
Öğrettiğim dördüncü ders, “Hangi derslere çalışacağına öğretmen olarak benim karar vereceğimdir.” Sahip olduğum bu güç sayesinde “iyi çocuklar” ile “kötü çocuklar”ı her zaman birbirlerinden ayırma fırsatı yakalarım. İyi çocuklar onlara verdiğim ödevi benimle hiçbir çatışmaya girmeden ve büyük bir istekle yapan öğrencilerdir. Aslına bakarsanız, çocuklara öğretilecek milyon tane iyi konu vardır. Ama ben öğretmen olarak bunların içinden yalnızca birkaç tanesini seçerim. Bu tercih bana aittir. Bu tercihi yaparken, hiç kuşkusuz, öğrencilerin bireysel merak ve ilgilerini görmezden gelirim. Ama aynı öğrencilerden derslerime yüzde yüz uyum göstermelerini beklemekten de geri durmam.
“Kötü çocuklar” bu adil olmayan düzene saldırır elbette. Açık ya da üstü örtük biçimde, ne öğreneceklerine ilişkin kendilerinin de söz sahibi olmalarını isterler. Biz öğretmenler bu isteğe hem izin verip hem de öğretmenlik yapmaya devam edemeyeceğimizden korkutuğumuz için bu isteği asla hoş karşılamayız ve yerine getirmeyiz. Neyse ki, bu tip durumlarda düzene direnenlere karşı uygun yöntemler geliştirmiş bulunuyoruz.
Sınıfta her şeye öğretmenin karar vermesi, çocuklara “bağımlılığı” öğretmenin en iyi yollarından biridir. İyi öğrenciler ne yapacaklarını öğretmenin kendilerine söylemesini beklerler. Böylece hayatlarının geri kalanında herhangi bir işe girişme yetenekleri törpülenir. Her şeyi “başkasından bekler” hale gelirler. Belediye yapsın, devlet yapsın, annem yapsın, tamirci yapsın, arkadaşım yapsın… cümleleri bu dersin ne kadar iyi öğrenildiği yansıtır.
Benim öğrettiğim beşinci ders, “Öğrencinin değerinin onun değerini ölçen bir ‘gözlemci’ye bağlı olmasıdır.” Öğrenciler okullarda sürekli değerlendirmeye tabi tutulur ve o değerlendirmeler sonucunda belli etiketlemelere maruz kalırlar. Bir kesinlik izlenimi veren aylık öğrenci raporları, çocuğun etrafındaki onaylayıcıların sayısını arttırmak için evlere gönderilir. Ailelerin bu rapordan ne derece hoşnutsuz olacaklarının bir önemi yoktur. Aslında uzun bir uğraş sonucunda hazırlanmayan bu raporlar, öğrencinin “kusur profili”nin ortaya çıkarılmasını sağlar. Oysa bu “kusurlar” çocuğun belli bir mekanda belli bir andaki davranışlarından elde edilir. Ve bunlara bakılarak, çocuğun geleceği hakkında önemli birtakım kararlar alınır.
Bu değerlendirme süreci tamamen öğrenciden bağımsız bir şekilde yapılır. Halbuki dünyadaki tüm büyük sistemler, kişinin kendisini değerlendirmesine, nefis muhasebesine büyük önem verir. Eğitim sisteminde ise kişinin kendisini değerlendirmesinin hiçbir önemi ve hükmü yoktur. Öğrenci takip belgeleri, notlar ve testlerin öğrettiği ders, çocukların ne kendilerine ne de ailelerine güvenmemeleri gerektiğidir. Ne kadar değerli olduklarını, onlara sertifikalı memurlar bildirecektir.
Benim çocuklara öğrettiğim altıncı ders, “daima izleniyor oldukları” dersidir. Ben bir eğitimci olarak öğrencilerimi daima gözetim altında tutarım. Bütün öğretmen arkadaşlarım da aynı şeyi yaparlar. Bu sebeple, çocukların kendilerine özel bir alanları yoktur, kendilerine özel bir zamanları da. Belki ders başlangıcında gelişigüzel arkadaşlık yapmaları için en fazla beş dakikaları olur. Sonra öğretmenler olarak bu süreci hemen keseriz. Eğer öğrenci gevezeliğe evde devam ediyorsa, aileleri çocuklarının düzensiz davranışlarını rapor etmeye teşvik ederek, onu da engellemeye çalışırız.
Öğrencilerime her gün “ev ödevi” veririm ki, böylece okuldaki gözetimin evi de kapsamasını sağlarım. Eğer ev ödevi verilmezse, öğrenciler zamanlarını otorite dışı olarak, belki annesinden belki babasından, belki de komşu çevredeki akıllı bir adamın çıraklığından bir şeyler öğrenmeye harcayabilir. Eğitim sistemi bunu istemez. Öğrenci otorite dışında birisiyle zaman harcamamalıdır.
Sürekli gözetim dersi, aslında “hiçkimseye güvenilemeyeceği” dersidir. Öğrenci kendisine bile güvenmemelidir. O yüzden özel alan, mahremiyet ve kendisi için özel vakit planlamamalıdır öğrenci. Aslında gözetim, bazı önemli düşünürlerin onay verdiği antik zamanlardan kalma bir baskı türüdür. Meselâ Institutes’da Kalvin’in, Republic’te Plato’nun Hobbes’un, Comte’un, Francis Bacon’ın emrettiği bir şeydi gözetim. Tüm bu “çocuksuz adamlar,” aynı şeyi keşfetmişlerdi: Bir toplumu merkezî kontrol altında tutmak istiyorsanız, çocukları çok yakından izlemelisiniz.
Mevcut okulların en büyük başarısı şu ki, benim en kaliteli öğretmen arkadaşlarım arasında, hatta tanıdığım en iyi aileler arasında bile çocukların başka türlü eğitilebileceğine dair düşünceye sahip olanların sayısı son derece azdır. Oysa belki bir yüzyıl öncesinde durum çok daha başkaydı: İnsanlar yine disiplinliydiler, ama aynı zamanda özgürdüler; sosyal sınıflar arasında bu kadar keskin bölünmeler yoktu; insanlar kendilerinden daha emin, icad yeteneği yüksek, ve en önemlisi, pek çok şeyi bağımsız olarak kendileri düşünüp kendileri yapabiliyordu. Hayatın ferdî kısmı ve ferdî tercihler bir şekilde yaşama imkânı buluyordu.
Okullar bazı şeyleri çok abartıyorlar. Bir çocuğun temel okuma yazma ve matematik yeteneklerini kazanması için elli saatlik bir ders programı yeterlidir aslında. Ondan sonrasını çocuklar kendi kendilerine de öğrenebilirler. Okulda geçen on iki yıl, çocuğun yeteneklerinin geliştirilmesi amacı öne sürülse de, çoğunlukla etkisiz geçirilen bir süredir.
“Toplum hayatı içinde bütünüyle aktif bir rol almadan bütün bir insan olmayı başaramazsın” diyordu Aristo. Ve kesinlikle haklıydı. Etrafınıza ya da aynaya bir bakın; görünen manzara bu değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder