I.
Takuhi, Vartuhi, Vartanuş, Anuş, Hayganuş, Sırpuhi, Hripsime, Keğeszik, Mari, Maryani, Maresa, Azat, Htantuhi, Homosi, Anahid, Şuşan, Şuşanig, Bayzar, Arev, Arevig, Hınaz, Hınazand’a…
Arkadaşıma Dokunma…
Doksan yedi yıldır reddettiğimiz, görmek, kabul etmek istemediğimiz 1915-1916 Ermeni tehciri/katliamı, 2012’de hâlâ Türkiye’nin önünde tartışılması, aydınlatılması, açıklanması gereken karanlık bir sayfa olarak duruyor. Bu konudaki gerçeklerin açığa çıkmasında az da olsa katkısı olacağını düşündüğüm kişisel bir tarihçeyi, iki Ermeni kız çocuğunun öyküsünü anlatmak istiyorum.
Babam ile annemin ailelerinde iki Ermeni kız çocuğu “evlat edinilmiş”ti. tehcir sırasında Ermeni çocuklar toplatılmış ve Türk ailelerine “evlatlık” olarak verilmişti. Üç beş yaşlarındaki kız çocukları ailelerinden koparılıp hükümet binalarında toplatıldı. Daha sonra büyük kentlerdeki “iyi” ailelerden, bu çocukları evlat edinmeleri istendi. Babaannem ve anneannem birbirinden farklı kentlerde İstanbul ve Samsun’da bu çocuk toplama merkezlerinden birer Ermeni çocuk aldı.
Babaannem üç yaşındaki adını bilmediği çocuğa Sadiye adını verdi ve onu kızı gibi sevdi. Sadiye evde kardeş muamelesi gördü, okudu, ilkokul öğretmeni oldu. Evlenmedi ve babaannemin yanından ayrılmadı, Çorlu’daki öğretmenlik yılları hariç. Gözlerindeki derin korku ifadesini yaşamı boyunca taşıdı. Babaannem ona ne yaşadığını sormadı. O da anlatmadı. Anlatamadı. O dehşet sahneleri yalnızca rüyalarında, anlamadığı bir şekilde ortaya çıkıyordu. Kan en korktuğu şeydi. Genç yaşından başlayarak boğazındaki bir rahatsızlık hissinden kurtulamadı. Doktorlar gırtlağındaki hastalığa teşhis koyamadı. İleri yaşlarında, boğazında hissettiği acı, yanma hissi arttı. Ailede, anne ve babasının gözünün önünde gırtlağı kesilerek öldürüldüğü, ‘Sadiye’nin bu gaddarlığa tanık olduğu ve boğazındaki rahatsızlığın bu olaydan kaynaklandığı fısıltıyla dolaştı.
Babaannem onu öyle çok sevdi ki, Aksaray’daki küçük ve tek evini ölmeden önce Sadiye’ye bıraktı, onun yine ortada kalacağından korkarak.
Anneannemin ‘Zehra’ya sevgiyle ve çocuğu gibi davrandığını biliyorum. Ancak annemin ailesinde Zehra’nın yeri biraz daha farklıydı. Ev işlerine yardım ediyordu. İlkokuldan sonra okumadı. Annemin “benim kız kardeşimdi” demesine ve onu çok sevmesine rağmen, ailenin aristokrat eğilimlerinden olacak, Zehra’nın aile içindeki konumu “kardeşleri” gibi olmadı. Fakir, genç bir boyacı ustası ile, severek, evlendi. Dikilitaş’ta küçük bir evde yaşadı. Biri kız iki çocuğu oldu. Zehra Teyzem’e gittiğimizde ya da o bize geldiğinde annemin ona çok sevgi gösterdiğini ama Zehra’nın kendini eşit hissetmediğini, hafif huzursuzluk duyduğunu anımsıyorum. Zehra’nın tarihçesi de ailede hep fısıltıyla konuşuldu. Zehra ile ilgili fazla bilgi toplayamadığım bir zamanda, ben çocukken vefat etti.
Türkiye’de Ermeni kız çocuklarının tarihi fısıltılar tarihidir. Acılı, haksız, yaralı bir fısıltılar tarihi… Çok yakınımdaki bu iki kız çocuğunun, iki kadının, Zehra’nın ve Sadiye’nin ya da Hrantuhi, Şuşan, Hınaz, Arevig’in tarihini kim yazacak?
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyenler, yalnızca “Kürt” olduğu, yani “başka”, “farklı” olduğu için insanları öldürmekten kaçınmayanlar, açlık grevindeki mahkûmlar için “bırakın gebersinler” diyenler, ırkçılar ve ırkçılık toplumsal hafızamıza daha ne kadar hükmedecek? Ne zaman “dur” diyeceğiz, onlarla beraber çiğnenen onurumuzu, bütünlüğümüzü koruyacağız?
Ermeniler benim arkadaşım. Takuhi, Vartuhi, Hripsime, Matyani, Bayzar benim arkadaşım. Rumlar benim arkadaşım. Kürtler benim arkadaşım. Süryaniler benim arkadaşım. Arkadaşlarıma dokunmayın. Ermenilere dokunmayın. Rumlara, Kürtlere, Süryanilere, Yahudilere ilh… dokunmayın.
II.
Havada konuşulmayan bir şey vardı…
Babaannemin evinde geçirdiğim saatler, çocukluğumun en karmaşık anılarını oluşturuyor. Sadiye Halamın yüzünde sanki bir sır saklı gibiydi. Kırık sesi kalp atışlarını, gözleri hüznü anlatırdı. Bitmeyen, tükenmeyen bir hüznü. Şimdi anlıyorum ki, derin yüz çizgilerine, mor gözaltlarına katliamın vahşeti yazılmıştı. Donuk, yorgun bakan gözlerine de.
Babaannemin evinin kokusu acılı, ağırdı.
Havada konuşulmayan bir şey vardı sanki. Bir yerlerde asılı duran bir anı, bir ses. İçimizden biri sessizce hançerleniyor gibi bir ürperti dolaşırdı odada bazen. Hiç beklenmedik anlarda derin bir sessizlik kaplardı ortalığı. Bir çocuk olarak benim bilmem istenmeyen ama herkesin bildiği ve andığı bir şeyler vardı ya da olmuştu. Neler olmuştu, bir anlayabilseydim.
Sessizlik, konuşmama, unutma, anımsamama…
Şimdi gerçek adını bile bilmediğim Sadiye Halamı, yaşamı boyunca onun acılarını telafi etmeye didinen babaannemi sevgiyle ve içimde yükselen bir öfkeyle birlikte anıyorum. Öfkem, bilemediğimiz nice çocuğun acılı, saklı, örtülmüş anlarını hissetmekten, işitmekten geliyor. Şimdi anlıyorum ki yalnızca kız çocukları “evlat” edinilmişti o zamanlar. Toplama merkezlerindeki kız çocuklarının varsa erkek kardeşleri, zürriyetin devamı gelir korkusuyla babaları, anneleri ile birlikte bıçakla boğazı kesilerek öldürülmüştü. Sadiye Halam kim bilir kaç sevgili varlığının boğazının kesildiğine tanık olmuştu çocuk yatağında, acımasız bir gece yarısında. İleriki yaşlarında hep boğazı ağrıdı. Bu onulmaz anının izi halam ölene değin devam etti.
Kız çocuklardan zarar gelmez. Onlar dinlerini, etnik kimliklerini devam ettiremezler nasılsa. Unutuşa bırakılırlar, zihinlerindeki kanlı anılarla. Oysa bilmezler ki, bilinç Sadiye’nin, Zehra’nın gözlerindeki anlamla taşınır bizlere.
Toplumsal belleğimiz unutuşa, unutmaya yönlendirileli 90 yıl oluyor. Sessiz, derin, altta yatan isyana, öfkeye karşı her gün unutma ilacı zerk ediliyor damarlarımıza.
Ben unutmayacağım. Adını bile bilmediğim Sadiye Halamın gözlerini unutmayacağım. “Devlet-i âlî” görevlilerinin, çıkarcı çetelerin, bir avuç vurguncunun Ermeni arkadaşlarımı katledişini unutmayacağım. Yaşlı, çocuk, hasta, gebe demeden Ermeni halkın tümünün dipçiklerle göçe zorlanmasını, binlerce kilometre yürümek üzere yola düşmelerini unutmayacağım. “Yol”da –şimdiki büyük bir sanayicinin büyükbabası olduğu söylenir– hain çetelerce göç edenlerin koyunlarındaki son altınların, bileziklerin, nazarlıkların soyulmasını unutmayacağım. Tarlalarını, ocakta pişen yemeklerini, yüzyıllık evlerini, yeni yeşeren bağlarını, ölülerini geride bırakıp göç ettirilen Ermenilerin evlerine yerleşen acımasız kişileri unutmayacağım. Talancıların, hırsızların “şarap dinimize aykırıdır” diyerek Ermeni halkın yüzyıllardır yetiştirdiği bağları yok etmesini unutmayacağım. Yollarda yaşlıların, hastaların, yaralıların, çocukların açlıktan, susuzluktan ölmelerini unutmayacağım. Doğum yapan gebe kadınları, yolda bırakmak zorunda kaldıkları hastaları, yaralıları unutmayacağım. Sadiye Halamın boğazındaki o küçük ama kıyımı anlatan işareti unutmayacağım. İhaneti unutmayacağım. Ermeni tehciri/katliamı/soykırımını unutmayacağım. Öldürülen, sürülen Ermeni arkadaşlarımı unutmayacağım.
Bir üzüm dalı ve bahar bizi bekler anılmak üzere oralarda. Hiç değilse acıyı paylaşmak için. Hiç değilse bir “özür” için.
Bugünlerde, üstünüze afiyet, boğazımda bir sızı… bir türlü geçmek bilmiyor. Nedendir bilinmez.
Yaprak Zihnioğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder